Bediüzzaman Hazretleri Hz. İsa (as)'ın Bizzat Şahsının, Kendisinden Sonra, Hz. Mehdi (as) Döneminde Nüzul Edeceğini Anlatıyor
Allah katında olan Hz. İsa (as)'ın bizzat kendi şahsı nüzul edecek ve İsevilerin başına geçecektir.
Dördüncü sualinizin meali: Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm Deccal'ı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki rivayetlerde gelmiştir ki: Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz." Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?
Elcevab: Hadîs-i sahihte rivayet edilen: "Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın geleceğini ve şeriat-ı İslâmiye ile amel edeceğini, Deccal'ı öldüreceğini (yok edeceğini)" imanı zaîf olanlar istib'ad ediyorlar (akla uzak buluyorlar). Onun hakikatı izah edilse, hiç istib'ad (şüphe) yeri kalmaz. Şöyle ki:
O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mana budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:
Birisi: Nifak perdesi altında, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek ÂL-İ BEYTTEN MUHAMMED MEHDİ İSMİNDE BİR ZÂT-I NURANÎ, o Süfyan'ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.
İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden (Darwnist ve materyalist ideolojilerden destek alan) bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek (gelişerek) kuvvet bulup, Uluhiyeti (Allah'ın varlığını) inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zabitan (subaylar) ve efrad (fertler) onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşi bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûna (çeşitli) hâkimiyet verir. Öyle de: Allah'ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet (İlahlık) verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisatı nev'inden müdhiş hârikalara mazhar olan Deccal ise; daha ileri gidip, cebbarane surî (zahiri) hükûmetini bir nevi rububiyet tasavvur edip Uluhiyetini (İlah olduğunu) ilân eder. Bir sineğe mağlub olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın Uluhiyet dava etmesi, ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.
İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, YANİ RAHMET-İ İLAHİYENİN SEMASINDAN NÜZUL EDECEK; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek (temizlenecek), hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur'ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi' ve İslâmiyet metbu' (tabi olunan) makamında kalacak; din-i hak bu iltihak (katılım) neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, DİNSİZLİK CEREYANINA GALEBE EDİP DAĞITACAK İSTİDADINDA İKEN; ÂLEM-İ SEMAVATTA CİSM-İ BEŞERÎSİYLE BULUNAN ŞAHS-I İSA ALEYHİSSELÂM, O DİN-İ HAK CEREYANININ BAŞINA GEÇECEĞİNİ , bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir. MADEM HABER VERMİŞ, HAKTIR; MADEM KADİR-İ KÜLLİ ŞEY' VA'DETMİŞ, ELBETTE YAPACAKTIR. Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz'eden (Hazret-i Cibril'in "Dıhye" suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan (ruhlar aleminden) gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen BİR HAKÎM-İ ZÜLCELAL, HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM'I, İSA DİNİNE AİT EN MÜHİM BİR HÜSN-Ü HÂTİMESİ İÇİN, DEĞİL SEMA-İ DÜNYADA CESEDİYLE BULUNAN VE HAYATTA OLAN HAZRET-İ İSA, BELKİ ÂLEM-İ ÂHİRETİN EN UZAK KÖŞESİNE GİTSEYDİ VE HAKİKATEN ÖLSEYDİ, YİNE ŞÖYLE BİR NETİCE-İ AZÎME İÇİN ONA YENİDEN CESED GİYDİRİP DÜNYAYA GÖNDERMEK, O HAKÎM'İN HİKMETİNDEN UZAK DEĞİL .. belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va'detmiş ve va'dettiği için elbette gönderecek.
Hazret-i İsa Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsa olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır. (Mektubat, 15. Mektup, sf. 78-80)
2. Hz. İsa (as)'ın şahsı, dinsizliğin fikren yok edilmesine ve Hristiyanların Müslüman olmasına vesile olacak
Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İSA ALEYHİMESSELÂM'IN TABAKA-İ HAYATLARIDIR Kİ, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile (insani ihtiyaçlardan ayrılmış olarak), melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbeder. Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar. ÂHİRZAMANDA HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM GELECEK, ŞERİAT-I MUHAMMEDİYE (A.S.M.) İLE AMEL EDECEK MEALİNDEKİ HADÎSİN SIRRI ŞUDUR Kİ: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin (Darwinizmin) verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı Uluhiyete (Allah'ın varlığını inkara) karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasılki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini (fikren) öldürür; öyle de HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM, İSEVÎLİK ŞAHS-I MANEVÎSİNİ TEMSİL EDEREK, DİNSİZLİĞİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİ TEMSİL EDEN DECCAL'I (fikren) ÖLDÜRÜR.. YANİ İNKÂR-I ULUHİYET FİKRİNİ (Allah'ın varlığını inkar etme düşüncesini)ÖLDÜRECEK (fikren ortadan kaldıracak). (1. Mektup, sf. 7)

3. Hz. İsa (as)'ın şahsı, İsevilerin başında bulunacak
İkinci İşâret, yâni Altıncı İşâret: Hazret-i Mehdi'nin cem'iyyet-i nurânîyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akârânesini (dinde olmayanı dine dahil eden rejimini) tâmir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihya edecek; yâni âlem-i İslâmiyette risâlet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle şerîat-ı Ahmediyeyi (asm) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cem'iyyetinin mu'cizekâr ma'nevî kılınciyle (fikren) öldürülecek ve dağıtılacak.
Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı Uluhiyet (Allah'ın varlığını inkar etme) niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaatı namı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cem'iyet, o Deccal komitesini, HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM'IN RİYASETİ ALTINDA (bizzat Hz. İsa (as)'ın şahsının yönetimi altında) (fikren) öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı Uluhiyetten (Allah'ın varlığını inkar etmekten) kurtaracak. (29. Mektup, sf. 455)
4. Hz. İsa (as)'ın şahsı nüzul edecek ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetine tabi olacak
Nasraniyet ya intıfâ veya istıfâ edip İslâmiyete karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfâ bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İŞTE BU SIRR-I AZÎME HAZRET-İ PEYGAMBER ALEYHİSSALÂTÜ VESSELÂM İŞARET ETMİŞTİR Kİ, "HAZRET-İ İSÂ NÂZİL OLUP GELECEK, ÜMMETİMDEN OLACAK, ŞERİATIMLA AMEL EDECEKTİR." (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, sf. 528)
5. Hz. İsa (as)'ın şahsı nüzul ettiğinde imanın nuruyla tanınır
Bu Beşinci Şua'ın bir Mukaddimesi ve yirmiüç Mes'elesi vardır. Mukaddime beş noktadır.
Birinci Nokta: Îman ve teklif, ihtiyar dâiresinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî mes'eleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes iser istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz. Tâ ki Ebu Bekirler âlâ-yı illiyyine çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i safîline düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mu'cizeler seyrek ve nâdir verilir.
Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyâmet ve eşrat-ı saat (kıyamet saati), bir kısım müteşâbihat-ı Kur'aniye gibi kapalı ve te'villi oluyor. Yalnız, güneşin mağripten çıkması bedâhet derecesinde herkesi tasdika mecbur ettiğinden, tevbe kapısı kapanır, daha tevbe ve îman makbul olmaz. Çünkü Ebu Bekirler, Ebu Cehiller ile tasdikde beraber olurlar. HATTÂ HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM'IN NÜZÛLÜ DAHİ VE KENDİSİ İSA ALEYHİSSELÂM OLDUĞU, NUR-U İMANIN DİKKATİYLE BİLİNİR; HERKES BİLEMEZ. Hatta " Deccal" ve " Süfyan" gibi eşhas-ı müdhişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar. (Şualar, sf. 446)
6. Dinsizlik Hz. İsa (as)'ın ve cemaatinin vesilesiyle fikren yok olacak
Hem meselâ, meşhur olmuş ki; İslâm Deccalı öldüğü vakit ona hizmet eden şeytan, İstanbul'da Dikili Taş'ta bütün dünyaya bağıracak ve herkes o sesi işitecek ki: "O öldü." Yani pek acib ve şeytanları dahi hayrette bırakan radyo ile bağırılacak, haber verilecek. Hem Deccal'ın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine ait garib halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebetdar rivayet edilmesi cihetiyle manası gizlenmiş. MESELÂ: "O KADAR KUVVETLİDİR VE DEVAM EDER; YALNIZ HAZRET-İ İSA (AS) ONU (fikren) ÖLDÜREBİLİR, BAŞKA ÇARE OLAMAZ." RİVAYET EDİLMİŞ. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, (fikren) öldürecek; ancak semavî ve ulvî, hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-ı Kur'aniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki,HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM'IN NÜZULÜ İLE O DİNSİZ MESLEK MAHVOLUR, (fikren) ÖLÜR. (Şualar, sf. 448)
7. Hz. İsa (as)'ın şahsı deccaliyete fikren tam olarak son verecektir
Onüçüncü mes'ele: Kat'î ve sahih rivayette var ki: "İsa Aleyhisselâm büyük Deccal'ı (fikren) öldürür." Vel'ilmü indallah, bunun da iki vechi var: Bir vechi şudur ki: Sihir ve manyetizma ve ispirtizma gibi istidracî hârikalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccal'ı öldürebilecek, mesleğini değiştirecek; ANCAK HÂRİKA VE MU'CİZATLI VE UMUMUN MAKBULÜ BİR ZÂT OLABİLİR Kİ: O ZÂT, EN ZİYADE ALÂKADAR VE EKSER İNSANLARIN PEYGAMBERİ OLAN HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM'DIR. (Şualar, 452)
8. Hz. İsa (as)'ın Hz. Mehdi (as)'ın imamlığında namaz kılması, tüm dünyanın Müslüman olacağını ve Hz. İsa (as)'ın Hz. Mehdi (as)'a tabi olacağını göstermektedir
İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa Aleyhisselâm'ın (ilim) kılıncı ile maktul olan şahs-ı Deccal'ın teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı manevîsini (fikren) öldürecek ve inkâr-ı Uluhiyet (Allah'ın varlığını inkar) olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhanîleridir ki; o ruhanîler, din-i İsevî'nin hakikatını hakikat-ı İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek. HATTÂ "HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM GELİR. HAZRET-İ MEHDİ'YE NAMAZDA İKTİDA EDER, TÂBİ' OLUR." DİYE RİVAYETİ BU İTTİFAKA VE HAKİKAT-I KUR'ANİYENİN METBUİYETİNE VE HÂKİMİYETİNE İŞARET EDER. (Şualar, 453)
9. Hz. İsa (as)'ın cemaati küçük bir cemaat olacaktır
Onaltıncı mes'ele: Rivayette var ki: İsa Aleyhisselâm Deccal'ı (fikren) öldürdüğü münâsebetiyle, "Deccal'ın fevkalâde büyük ve minâreden daha yüksek bir azamet-i heykelde ve Hazret-i İsâ Aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bulunduğunu..." gösterir.Bunun bir te'vili şu olmak gerektir ki: İsâ aleyhisselâm'ı nur-u îman ile tanıyan ve tâbi olan cemaat-i rûhâniye-i mücâhidinin kemiyeti,Deccal'ın mektepçe ve askerce ilmi ve maddi ordularına nisleten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir. (Şualar, sf. 454)
10. Hz. İsa (as)'ın şahsının nüzulü kesindir, ancak hadislerin müteşabih anlamları da birçok hakikate işaret eder
ÂHİRZAMANDA HAZRET-İ İSA (A.S.) NÜZULÜNE VE DECCALI (manen) ÖLDÜRMESİNE AİT EHÂDİS-İ SAHİHANIN MÂNÂ-YI HAKİKÎLERİ (SAHİH HADİSLERİN GERÇEK MANALARI) ANLAŞILMADIĞINDAN, BİR KISIM ZAHİR ULEMALAR, O RİVAYET VE HADİSLERİN ZAHİRİNE BAKIP ŞÜPHEYE DÜŞMÜŞLER; VEYA SIHHATİNİ İNKÂR EDİP, VEYA HURAFEVÂRİ BİR MÂNÂ VERİP, ÂDETÂ MUHAL (İMKANSIZ) BİR SURETİ BEKLER BİR TARZDA AVÂM-I MÜSLİMÎNE ZARAR VERİRLER. Mülhidler (imansızlar) ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadisleri serrişte ederek (başa kakarak) hakaik-i İslâmiyeye tezyifkârâne (inkarcı gözle) bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehâdis-i müteşâbihenin hakiki tevillerini Kur'ân feyziyle göstermiş. Şimdilik nümune olarak birtek misal beyan ederiz. Şöyle ki: "Hazret-i İsa (a.s.) Deccalla mücadelesi zamanında, Hazret-i İsa onu öldüreceği vakitte, on arşın yukarıya atlayıp sonra kılıcı onun dizine yetiştirebilir derecesinde, vücutça o derece Deccalın heykeli Hazret-i İsa'dan büyüktür" diye meâlinde rivayet var. Demek Deccal, Hazret-i İsa Aleyhisselâmdan on, belki yirmi misli yüksek kametli olmak lâzım gelir.
Bu rivayetin zâhirî ifadesi sırr-ı teklife ve sırr-ı imtihana münafi olduğu gibi, nev-i beşerde câri olan âdetullaha muvafık düşmüyor. Halbuki bu rivayeti, bu hadisi,-hâşâ- muhal ve hurafe zanneden zındıkları iskât (susturmak) ve o zahiri, ayn-ı hakikat itikad eden ve o hadisin bir kısım hakikatlerini gözleri gördükleri halde, daha intizar (ümit) eden zahirî hocaları dahi ikaz etmek için, o hadisin, bu zamanda da aynı hakikat ve tam muvafık ve mahz-ı hak müteaddit mânâlarından bir mânâsı çıkmıştır.....
EVET, HADİS-İ ŞERİFİN İFADESİYLE HAZRET-İ İSA'NIN SEMAVÎ NÜZÛLÜ KAT'Î OLMAKLA BERABER; MÂNÂ-YI İŞÂRÎSİYLE BAŞKA HAKİKATLERİ İFADE ETTİĞİ GİBİ, BU HAKİKATE DE MUCİZÂNE İŞARET EDİYOR. (Kastamonu Lahikası, Birden İşaret Edilen Bir Hakikat, sf. 76-78)
11. "Hz. İsa (as)'ın şahsının nüzulunu bekliyoruz"
(Hüsrev Ağabey'in Üstad'a Mektubundan Bir Bölüm)
İkincisi: Bu hakir talebeniz Husrev de, bu fıkranın vüsulünden bir gün evvel Re'fet Beyle konuşurken demiştim: "Aziz Re'fet! BİZ, HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂMIN NÜZÛLÜNE İNTİZAR EDİYORUZ. BU PEYGAMBER-İ ÂLÎŞÂN, DİN LEHİNDE HAREKET EDEN CEREYANIN BAŞLARINA NÜZUL ETSE GEREKTİR; VE O MİLLET DE MÜSLÜMAN OLACAKTIR. Sevgili üstadımızın son mektublarından böyle anlıyorum.Bu hususta ümidim kuvvetlidir. İnşâallah öyle de olacaktır" demiştim. (Sikke-i Tasdiki Gaybi, 27. Mektubun Lahikasından Alınmış Mühim Parçalar, sf. 42)
12. Hz. İsa (as) gelecek, Peygamberimiz (sav)'in ümmetinden olacak
Soru: Nasraniyet, İslâmiyetin inkişafına bundan sonra mani' olmayacak mıdır?
Cevap: Nasraniyet ya intifa veya ıstıfa ile terk-i silâh edecektir. Zira birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı; tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veyahut doğrudan doğruya hakikî Hristiyanlığın esasına câmi' olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecektir. BEŞER DİNSİZ OLAMAZ! İŞTE BU SIRR-I AZÎME, HAZRET-İ PEYGAMBER (ASM) İŞARET ETMİŞTİR Kİ: HAZRET-İ İSA GELECEK, ÜMMETİMDEN OLACAK; AYNI ŞERİATIMLA AMEL EDECEKTİR. (Sunuhat, Tuluat, İşarat, sf. 81-82)

Hutbe-i Şamiye'de Baştan Sona İttihad-ı İslam ve İslam Ahlakının Dünya Hakimiyeti Anlatılır
İstikbal yalnız İslamiyet'in olacak
Birinci kelime: "El-emel". Yani, Rahmet-i İlahiye'den kuvvetli ümit beslemek. Evet ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen: Ey İslâm cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâm'ın saadet-i dünyeviyesi, bahusus (en çok) Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâm'ın terakkisi onların intibahıyla (hassasiyetiyle) olan Arab'ın saadetinin fecr-i sadıkının (ufuğunun aydınlanmasının) emareleri inkişafa başlıyor ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye'sin burnunun rağmına olarak (Haşiye) ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-ı kat'iyyemle derim: İSTİKBAL YALNIZ VE YALNIZ İSLÂMİYET'İN OLACAK. VE HÂKİM, HAKAİK-İ KUR'ANİYE VE İMANİYE OLACAK.(Sf. 20-21)
Hicri 1371'den 30-40 sene sonra (Hicri 1401/Hicri 1411) fecri sadık çıkacak
 Hasıl-ı kelâm: Biz Kur'an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana (delile) tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden (akılcı delillere dayanan) ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek. Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına (açılmasına) ve beşeri tenvir etmesine (aydınlatmasına) mümanaat eden (mani olan) perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler (mani olanlar) çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. YETMİŞ BİRDE (H. 1371'de –M. 1952-) FECR-İ SÂDIKI BAŞLADI VEYA BAŞLAYACAK. EĞER BU FECR-İ KÂZİP DE OLSA, OTUZ-KIRK SENE (H. 1401/H. 1411 – M. 1981/M. 1991) SONRA FECR-İ SÂDIK ÇIKACAK.(Sf. 27)
Fecr-i Kazib : Sabaha karşı ufukta yayılmaya başlayan birinci kızıllık.
Fecr-i Sadık : Fecr-i Kazib'den sonra yayılmaya başlayan ikinci aydınlanma
1371 + 30 = 1401 = 1981
1371 + 40 = 1411 = 1991
Evet şimdi olmasa da (H. 1371'DEN) 30-40 SENE SONRA fen ve hakiki marifet (hüner, sanat , ilim ve fenlerle öğrenilen bilgi) ve medeniyetin mehasini (iyi ve faydalı yönlerini) o üç kuvveti tam teçhiz edip (o üç kuvvetle donatıp), cihazatını verip (gerekli ihtiyacını karşılayıp) o dokuz manileri mağlup edip (o dokuz engelleri yenip) dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını (gerçekleri araştırma eğilimi) ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi (insan sevgisini) o dokuz düşman taifesinin (sınıfının) cephesine göndermiş, inşaAllahYARIM ASIR SONRA onları darmadağın edecek. (Sf. 30)
1371 + 30 = 1401 = 1981
1371 + 40 = 1411 = 1991
YARIM ASIR SONRA: 1371 + 50 = 1421 = 2001
İslam ahlakı mutlaka hakim olacak, gerçek İsevilerle Müslümanlar ittifak edecek ve İsevilik Müslümanlığa tabi olacak
Avrupa ve Amerika, İslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu.
Ey Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim ve yarım asır sonraki Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler (açıklamalar) netice vermiyor mu ki; İSTİKBALİN KIT'ALARINDA HAKİKÎ VE MANEVÎ HÂKİM OLACAK VE BEŞERİ, DÜNYEVÎ VE UHREVÎ SAADETE SEVKEDECEK YALNIZ İSLÂMİYETTİR VE İSLÂMİYETE İNKILAB ETMİŞ VE HURAFATTAN VE TAHRİFATTAN SIYRILACAK İSEVÎLERİN HAKİKÎ DİNİDİR Kİ KUR'AN'A TÂBİ OLUR, İTTİFAK EDER. (Sf. 32)
Her kışın bir baharı vardır, İslamiyet güneşi muhakkak doğacaktır
Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyata (ilerlemeye) vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab (sebepler) varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl me'yus (ümitsiz) olup ye'se (ümitsizliğe) düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini (manevi gücünü) kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümidsizlikle zannediyorsunuz ki, dünya herkese ve ecnebîlere terakki (ilerleme) dünyasıdır, fakat yalnız bîçare ehl-i İslâm için tedenni (geri kalma) dünyası oldu diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz.
Madem meyl-ül istikmal (olgunlaşma eğilimi) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş (içine işlenmiş). Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa; İSTİKBALDE HAK VE HAKİKAT, ÂLEM-İ İSLÂM'DA NEV'-İ BEŞERİN ESKİ HATİATINA (hatalarına) KEFFARET OLACAK BİR SAADET-İ DÜNYEVİYEYİ DE GÖSTERECEK İNŞÂALLAH…
Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim (düz bir hat) üzerine hareket etmiyor ki, mebde (başlangıcı) ve müntehası (sonu) birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir.
HER KIŞTAN SONRA BİR BAHAR, HER GECEDEN SONRA BİR SABAH OLDUĞU GİBİ, NEV-İ BEŞERİN (insanlığın) DAHİ BİR SABAHI, BİR BAHARI OLACAK İNŞÂALLAH. HAKİKAT-I İSLÂMİYENİN GÜNEŞİ İLE, SULH-U UMUMÎ DAİRESİNDE (dünya genelinde barışı) HAKİKÎ (gerçek) MEDENİYETİ GÖRMEYİ, RAHMET-İ İLAHİYE'DEN BEKLİYEBİLİRSİNİZ. (Sf. 37-38)
Yeis (ümitsizlik) dehşetli bir hastalıktır
Her halde çabuk başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-i İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn derece-i (en aşağı derecedeki) sukutundan kurtarmaya ve rûy-i zemini (yeryüzünü) temizlemeğe ve sulh-u umumîyi (dünya barışını) temin etmeğe vesile olmasını Rahman-ı Rahîm'in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümid ediyoruz ve bekliyoruz.
YEİS EN DEHŞETLİ BİR HASTALIKTIR Kİ, ÂLEM-İ İSLÂM'IN KALBİNE GİRMİŞ. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi (genelin menfaatini) bırakıp menfaat-ı şahsiyeye (kişisel menfaate) nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, me'yusiyetle (ümitsizlikle) kırıldığı için, zalim ecnebiler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve füturunu (gevşekliğini) kendi tenbelliğine özür zannedip "Neme lâzım" der, "Herkes benim gibi berbaddır" diye şehamet-i imaniyeyi (imani cesareti) terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp (manen) öldüreceğiz. "Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin" (Yusuf Suresi, 87) kılıncı ile o yeisin başını (fikirle) parçalayacağız. "Bir şeyin tamamı elde ediilmezse tamamı da terk edilmez" hadisinin hakikatıyla belini kıracağız inşâallah.
YEİS; ÜMMETLERİN, MİLLETLERİN "SERETAN" (kanser) DENİLEN EN DEHŞETLİ BİR HASTALIĞIDIR. Ve kemalâta mani ve "Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87) hakikatına muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe'nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe'ni değildir. Hususan Arab gibi nev'-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe'ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab'ın metanetinden ders almışlar.İnşâAllah yine Arablar ye'si bırakıp İslâmiyet'in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur'an'ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir. (Sf. 43-45)
Tüm Müslümanların, "neme lazım" demeyip İttihad-ı İslam ve İslam ahlakının hakimiyeti için gayret etmesi gerekir
 Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i Emevî'deki kardeşler ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvan-ı Müslimîn! "Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun için mazuruz." diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. TEMBELLİĞİNİZ VE "NEME LÂZIM" DEYİP ÇALIŞMAMANIZ VE İTTİHAD-I İSLÂM İLE, MİLLİYET-İ HAKİKİYE-İ İSLÂMİYE İLE GAYRETE GELMEDİĞİNİZ, SİZLER İÇİN GAYET BÜYÜK BİR ZARAR VE BİR HAKSIZLIKTIR.
İşte seyyie (kötülükler) böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene -yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik- yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana manen faide verebilir. Hayat-ı maneviye ve maddiyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için "Neme lâzım" deyip kendini tenbellik döşeğine atmak zamanı değil!..
Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz. Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünki bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet'in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.
Ben kusurlu fehmimle (aklımla) şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur.ONUN İÇİN İTTİHAD-I İSLÂMIN TAM ZAMANI GELMEYE BAŞLIYOR. BİRBİRİNİZİN ŞAHSÎ KUSURLARINA BAKMAMAK GEREKTİR. (Sf. 56-58)
İttihad-ı İslam bu devrin en büyük farz vazifesidir
Tekraren söylüyorum ki, ittihad-ı islâm (İslam Birliği) hakikatında olan ittihad-ı Muhammedînin (Hz. Muhammed (sav)'e tabi olanların birliğinin) cihetü'l-vahdeti (birlik yönü) tevhid-i İlâhîdir (Allah'ın birliğine iman ve ondan başka ilah olmadığını tasdik etmektir). Peyman (büyük yemin) ve yemini de îmandır. Müntesibîni (Intisab edenleri, girenleri), umum müminlerdir. Nizamnâmesi (tüzük metni), sünen-i Ahmediyedir (asm) (Peygamber (sav)'in sünnetidir). Kânunu (yasası), evâmir (emirleri, kanunları) ve nevâhi-i şer'iyedir (Kuran ahlakında yasaklanan şeylerdir). BU İTTİHAD (BİRLİK) ÂDETTEN (GELENEKTEN, ALIŞKANLIKTAN) DEĞİL, İBÂDETTİR.
İhfa (gizlenmek), havf (korkmak); riyadandır. Farzda riyâ yoktur. BU ZAMANIN EN BÜYÜK FARZ VAZİFESİ (GÖREVİ), İTTİHAD-I İSLAMDIR. İttihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib (kollara ayrılmış), muhit (her şeyi kuşatan), merâkiz (karar yerlerini) ve maâbid-i islâmiyeyi (islamın ibadet yerlerini) birbirine rabtettiren (bağlayan) bir silsile-i nuraniyi (nurani silsileyi) ihtizaza getirmekle (harekete geçmekle) onunla merbut (bağlanmış) olanları ikaz (uyarma) ve tarîk-ı terakkiye (yükselme, ilerleme yoluna) bir hâhiş (istek) ve emr-i vicdanî (vicdani emir) ile sevk etmektir. BU İTTİHADIN MEŞREBİ MUHABBETTİR. HUSUMET, CEHALET VE ZARURET NİFAKADIR. GAYR-I MÜSLİMLER EMİN OLSUNLAR Kİ, BU İTTİHADIMIZ BU ÜÇ SIFATA HÜCUMDUR. GAYR-I MÜSLİME KARŞI HAREKETİMİZ İKNÂDIR (RAZI ETMEKTİR). ZİRA ONLARI MEDENÎ (FAZİLETLİ, TERBİYELİ) BİLİRİZ. VE İSLÂMİYETİ MAHBUP (SEVGİLİ) VE ULVÎ (YÜCE) GÖSTERMEKTİR. Zira onları munsif (insaflı) zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebîye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dahil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî olan ittihad-ı islâmın efkâr (fikirler) ve meslek ve hakikatini efkâr-ı umumiyeye (Halkın fikirlerine) arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin, cevaba hazırız. (Sf. 90-91)

"Yabancılar İttihad-ı İslam'a müsaade etmez" mantığı doğru değildir. İttihad-ı İslam'ın asıl engeli cehalet, zaruret ve nifaktır.
Beşinci Vehim: Ecnebilerin bundan tevahhuş etmek ihtimali var?
Elcevab: Bu ihtimale ihtimal verenler mütevahhiştir (ürkektir). Zira merkez-i taassublarında İslâmiyet'in ulviyetine dair konferanslarla (Haşiye) takdis etmeleri bu ihtimali reddeder. Hem de düşmanlarımız onlar değil; asıl bizi bu kadar düşürüp i'lâ-yı Kelimetullah'a (İslam ahlakına) mani olan ve cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır (cahillikle Kuran ahlakına ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetine karşı olmaktır). Ve zaruret ve onun semeresi (neticesi) olan sû'-i ahlâk (kötü ahlak) ve harekettir ve ihtilaf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımız bu üç insafsız düşmana hücumdur.
Altıncı Vehim: Bazıları, "Sünnet-i Nebeviyeyi hedef-i maksad eden ittihad-ı İslâm, hürriyeti tahdid eder (engeller) ve levazım-ı medeniyeye (medeniyete, modernliğe) münafîdir (karşıdır)" diyorlar.
Elcevab: Asıl mü'min, hakkıyla hürdür. Sâni'-i Âlem'e abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur. (Sf. 96-97)
Bediüzzaman'ın Haber Verdiği Tarihler
1887'de Darwin'in otobiyografisinin basılmasına işaret ediyor ve gerçekleşmesinden 20 yıl önce, 1956'da Risale-i Nurların serbest bırakılacağını, nifakın sükut edeceğini söylüyor
1936'da, yaklaşık 30 yıl sonra yaşanacak 68 olaylarının sebep olacağı kargaşayı haber veriyor
12 Mart muhtırasının yaşanacağını 1944'te bildiriyor
Bediüzzaman Hazretleri, 1979-1980 yıllarına dikkat çekiyor
Risale-i Nur'da 1981, 1991 ve 2001 yıllarına işaretler
Bediüzzaman'ın 28 Şubat 1997 olayına işaret eden sözleri
Risale-i Nur'da 2004 yılına işaretler
Risale-i Nur'da 2007-2008 yıllarına işaretler
Kıyametin, Hicri 1545'te kopacağını söylemiştir (Allahualem)
Giriş
Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur'da hadisler ve ayetlerin ebced ve cifr hesabına bakarak bazı tarihlere dikkat çekmiştir. Yaşadığı devirde, 20 yıl sonra, 30 yıl sonra, hatta bir asır sonra nelerin yaşanabileceğini anlatan Bediüzzaman Hazretleri'nin bildirdiği bu tarihlerin tamamı doğru çıkmıştır. Bu, hem Allah'ın Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri'ne büyük bir nimeti hem de Müslümanlar için bir sevgi ve saygı vesilesidir.
1887'de Darwin'in otobiyografisinin basılmasına işaret ediyor ve gerçekleşmesinden 20 yıl önce, 1956'da Risale-i Nurların serbest bırakılacağını, nifakın sükut edeceğini söylüyor
Emirdağ Lahikası, 1948-1952 yılları arasında yazıldı
Bediüzzaman Hazretleri, ebced hesabıyla 1887'de Darwin'in otobiyografisinin basılış tarihine dikkat çekiyor ve 1956'da nifakın tam sükutunun başlayacağını söylüyor
Bugünlerde on ikinci sahifeyi okurken birden "Şüphesiz münâfıklar Cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar." (Nisa Suresi, 145) âyeti gözüme ilişti. Mâkabline (öncesine) baktım "Tam bir teslimiyetle Allah'a yönelen, Allah'a ihlâsla itaat ve ibadet ederek bâtıl dinleri bırakıp İbrahim'in dini olan İslâma uyan kimseden din yönüyle daha güzel kim vardır? İbrahim'i ise Allah dost edinmiştir." (Nisa Suresi, 125) ilâ âhir gördüm. Arka sahifesine baktım, gördüm ki; Risale-i Nur'a işaret eden dört âyet var ve onlar Birinci Şua'da izah edilmiş. Kalbime geldi: Herhalde bu dehşetli âyet, bu dehşetli ve zulümatlı ve nifakı kuvvetli asrımıza da hususî bakar. Dikkat ettim, kanaatım geldi. Bir emaresi şudur ki:"İnnel munâfikîne fîd derkil esfeli minen nâr" (Şüphesiz münâfıklar cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar) cifir ve ebced hesabıyla, tam tamına nifakın dört mertebesinin tarihlerine tevafuk ile parmak basıyor.
Şöyle ki:
Şeddeler sayılır, eğer okunmayan hemzeler ve fîd deki okunmayan "Ya" sayılmazsa, tam tamına H. 1362 (M. 1943) (2. DÜNYA SAVAŞI'NIN EN ŞİDDETLİ ÇARPIŞMALARININ OLDUĞU YILLAR) ederek bu seneye parmak basar. Eğer "minen nâr" (ateşin) daki şedde bir nun, bir lâm-ı aslî hesab olsa H. 1342 (M. 1924) (1. DÜNYA SAVAŞI SONRASI PARÇALANMALARIN, ÇATIŞMALARIN, SIKINTILARIN DEVAM ETTİĞİ YILLAR) ederek Birinci Harb-i Umumî'nin dehşetli nifakları netice veren tarihine tam tamına tevafukla haber verir. Eğer şedde iki nun sayılsa, okunmayan hemzeler ve "Ya" da sayılsa H. 1376 (1956) EDEREK, BU ZULÜMATLI NİFAKIN SÜKUT MERTEBESİNE ve çok âyetlerde "Nur" ile karşılaştırılan "ilâ ez zulumâti" (zulümlere) kelimesinin makam-ı cifrîsi olan H. 1372 (M. 1953)'e dört farkla tevafuk ederek haber verir. Eğer okunmayanlar sayılsa ve "ennar" (ateş) daki şedde lâm-ı aslî olsa, tam tamına H. 1306 (M. 1887)(DARWIN'İN OTOBİYOGRAFİSİNİN BASILDIĞI TARİH) ederek küfür ve nifakın dehşetli fırtınalarının tarihine tevafukla parmak basar gördüm. Evet, iki "ra" 400; üç "fa" , iki "lâm" 300; bir "kaf" , iki şeddeli "nun" lar 300; bir "mim" bir "sin" 100; diğer "mim", bir "ye", bir "nun" o da 100, iki "nun" o da 100; yekûnü 1300. Bir "lâm", bir "kef" 50, şeddeli "dal" 8 ve iki medde, iki hemze 4; mecmuu 1362 eder. Öteki üç adedi de kıyas edilsin. (Emirdağ Lahikası, sf. 34-35)
Bediüzzaman Hazretleri Risale Nur'un 1956 yılında serbest bırakılacağını haber vermiştir…
Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası adlı eserinde, Nisa Suresi'nin 145'inci ayetinin ebcedinin "1956 yılını" gösterdiğini belirtmiştir.
GERÇEKTEN MÜNAFIKLAR, ATEŞİN EN ALÇAK TABAKASINDADIRLAR. ONLARA BİR YARDIMCI BULAMAZSIN. (Nisa Suresi, 145)
AYETİN EBCEDİ: MİLADİ 1956 YILI
... Eğer şedde iki nun sayılsa, okunmayan hemzeler ve (ye) de sayılsa 1376 (1956-1957) EDEREK, BU ZULÜMATLI NİFAKIN (dinsizlik ve zulme dayalı, ikiyüzlü münafıkane sistemin) SUKUT MERTEBESİNE (susma, son bulma derecesine)... (Emirdağ Lahikası, sf. 35)
Kuran'da 1956 yılının ebcedini veren bir başka ayet ise Al-i İmran Suresi'nin 81. ayetidir:
Hani Allah peygamberlerden 'kesin bir söz (misak)' almıştı: "Andolsun size kitap ve hikmetten verip SONRA SİZE BERABERİNİZDEKİNİ DOĞRULAYAN BİR ELÇİ GELDİĞİNDE , ona kesin olarak iman edecek ve ona yardımda bulunacaksınız." Demişti ki: "Bunu ikrar ettiniz ve bu ağır yükümü aldınız mı?" Onlar: "İkrar ettik" demişlerdi de "Öyleyse şahid olun, Ben de sizinle birlikte şahid olanlardanım," demişti. (Al-i İmran Suresi, 81)
AYETİN İŞARETLİ KISMININ EBCEDİ: MİLADİ 1956 YILI
Bediüzzaman Hazretleri 1936'da yazmış olduğu Şualar adlı eserinin Birinci Şua adlı bölümünde de, bu eseri yazdığı tarihten 20 YIL SONRA, yani 1956 YILINDA gerçekleşecek olaylara bir kez daha dikkat çekmiştir.
Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risalet-ün Nur'un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur'anın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur'aniyedir.
Cây-ı dikkattir ki, birinci (ayeti) "Hâ mîm" olan Sure-i Mü'min'de "Tenzîlul kitâbi minallâhil azîzil alîm" (Bu Kitab'ın indirilmesi, Aziz, Alim olan Allah'tandır) makam-ı cifrîsi, bazı mühim âyetler gibi bin üç yüz yetmişe (H. 1370 – M. 1951'e)bakıyor. ACABA ON BEŞ - YİRMİ SENE SONRA (BİRİNCİ ŞUA 1936'DA TELİF EDİLİYOR, 20 SENE SONRASI 1956, RİSALEİ NUR'UN SERBEST BIRAKILDIĞI YIL) başka bir nur-u Kur'an zuhur mu edecek, YAHUT RİSALE-İ NUR'UN BİR İNKİŞAF-I FEVKALÂDE İLE BİR FÜTUHATI MI OLACAK BİLMEDİĞİMDEN O KAPIYI AÇAMIYORUM. (Şualar, Birinci Şua, sf. 615)
Risale-i Nur talebesi Ahmed Feyzi Kul da, 1956 yılının önemini vurgulamıştır
Risale-i Nur talebesi Ahmed Feyzi Kul, 1950 yılında yazdığı "Maidet-ül Kur'an ve Hazinet-ül Bürhan" adlı eserinde bazı ayetlerin ebced değerlerini hesap etmiştir. Bu eser, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri tarafından kabul görerek, "Tılsımlar Mecmuası"nın sonuna eklemiştir. Bu eserde ebced değeri olarak Miladi 1956 yılını veren ayet Taha Suresi'nin 68. ayettir.
"Korkma! dedik, üstün gelecek olan KESİNLİKLE SENSİN. " (Taha Suresi, 68)
AYETİN İŞARETLİ KISMININ EBCEDİ: MİLADİ 1956 YILI
Bu ayette geçen "KESİNLİKLE SENSİN" sözlerinin ebced değeri Miladi 1956 yılını göstermektedir.
Diğer bir Kuran ayeti
Düzene konulması (ıslah)ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın; O'na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. DOĞRUSU ALLAH'IN RAHMETİ İYİLİK YAPANLARA PEK YAKINDIR. (Araf Suresi, 56)
AYETİN İŞARETLİ KISMININ EBCEDİ: MİLADİ 1956 YILI
1956 yılına kadar Risale-i Nur bulundurmak, okumak, dağıtmak yasaklanmış, Nur Risaleleri hakkında bin beş yüz kadar kamu davası açılmıştı. 1956 yılında ise, 8 yıldır Afyon'da süren dava sonuçlanmasıyla bu konuda verilen büyük hukuk mücadelesi de son bulmuş ve risalelerin hiçbir suç unsuru taşımayan imani eserler olduğu, mahkeme huzurunda karara bağlanmıştı. Afyon Mahkemesi, 1956'da Diyânet İşleri Riyaseti Müşavere Kurulu, bütün Risale-i Nur Külliyâtı'nı tek tek inceleyerek her bir Risale hakkında, olumlu ve yararlı Kur'anî bir tefsir olduğuna ilişkin bir rapor sunmuş, Nur Risaleleri'nin beraat ve iadesine karar vermiş ve böylece Risale-i Nurlar'ın yayınlanması serbest bırakılmıştı.
1956'da dünyada ve Türkiye’de büyük olaylar yaşanmıştır
3 Ocak 1956
Sudan bağımsız bir cumhuriyet olduğunu ilan etti.
20 Mart 1956
Tunus, Fransa'dan bağımsızlığına kavuştu.
23 Mart 1956
Pakistan, dünyanın ilk İslami Cumhuriyeti oldu.
7 Nisan 1956
Fas bağımsızlığını ilan etti.
5 Şubat 1956
Devlet Meteoroloji İşleri Umum Müdürlüğünden bildirildiğine göre MERİÇ VE TUNCA NEHİRLERİ DONMUŞTUR.
13 Şubat 1956
ANKARA'DA ÇIKAN YANGIN ŞİDDETLİ LODOS FIRTINASININ ETKİSİYLE genişlemiş, hükümet konağı, adliye, jandarma, postane, askerlik şubesi ve ziraat bankası binaları tamamen yanmıştır.
Nisan 1956
Seyhan Nehri'nin su baskınları, Büyük Menderes, Gediz ve Ceyhan havzalarında ise taşkınlar meydana gelmiştir.
1956
ORTAOKULLARDA DİN DERSİ OKUTULMAYA başlanmıştır.
1936'da, yaklaşık 30 yıl sonra yaşanacak 68 olaylarının sebep olacağı kargaşayı haber veriyor
Şualar, Birinci Şua 1936'da yazıldı, Bediüzzaman 32 yıl sonra olacak olayları haber veriyor
Bediüzzaman 1967 tarihine dikkat çekerek 68 olaylarının başlangıcına işaret ediyor
Bu âyetteki esrarlı müvazene-i Kur'aniyeyi (Kuran'daki uyumu) düşünürken, Sure-i Hud'daki "Mutsuz olanlar ateştedirler, onlar için orada (kahırla ve acıyla) nefes alıp vermeler vardır." (Hud Suresi, 106) "ellezîne şekû" (şaki olanlar, mutsuz olanlar) fıkrasına karşı; "Mutlu olanlar da, artık onlar cennettedirler." (Hud Suresi, 108) ayetinin "ellezîne suidû" (mutlu olanlar, said olanlar) deki müvazene (uyum) hatıra geldi ve bildirdi ki: Nasıl ki bu ikinci âyet ve birinci fıkra Risale-i Nur'un mesleğine, şakirdlerine tam tamına manen ve cifirce bakıyor. Öyle de: "Mutsuz olanlar ateştedirler, onlar için orada (kahırla ve acıyla) nefes alıp vermeler vardır." (Hud Suresi, 106) âyeti dahi, Risale-i Nur'un muarızlarına (karşıtlarına) ve düşmanlarına ve onların cereyanlarının mebdeine (başlangcına) ve faaliyet devresine ve müntehasına cifir ile, tevafuk ile işaret eder.
Şöyle ki:
"Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. (Nur Suresi, 32) (Yurîdûne en yutfîû nûrallâhi) gibi âyetlerin bahsinde Birinci Şua'da yedi-sekiz âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri bin üç yüz on altı (H. 1316 – M. 1898) ve yedi (H. 1316 – M. 1898 ve H. 1317 – M. 1899) (1900 YANİ 20. YÜZYILIN BAŞI DARWINİZİM, MATERYALİZMİN DÜNYA ÇAPINDA GÜÇLENDİĞİ, OSMANLI'NIN DAĞILDIĞI, İSLAM ALEMİNİN PARÇALANDIĞI TARİH) tarihi ki, Kur'ana karşı olan sû'-i kasdın mebdeidir (başlangıcıdır)... HER İKİ ŞEDDELİ İKİŞER SAYILSA BİN ÜÇ YÜZ SEKSEN YEDİ (H. 1387 – M. 1967) (DÜNYA ÇAPINDA ANARŞİZMİN YAYILDIĞI 68 OLAYLARININ ASIL BAŞLANGICI 1967'DİR) ki "Gaybı hakkıyla ancak Allah bilir" DEHŞETLİ BİR CEREYANIN MÜNTEHASI TARİHİ OLMAK İHTİMALİ VAR.
12 Mart muhtırasının yaşanacağını 1944'de bildiriyor
Şualar, 2. Şua 1943-44'de yazılıdı. Bediüzzaman, 27 yıl sonra olacak olayları haber veriyor
Bediüzzaman Felak Suresi'nde 1971'de Türkiye'deki olaylara işaret edildiğini anlatıyor.
AYNI BÖLÜMDE VERDİĞİ TARİHLER:
1933 HİTLER ALMANYA BAŞBAKANI SEÇİLİYOR
1942 İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NIN EN ŞİDDETLİ OLDUĞU DÖNEM
1910 BİRİNCİ BALKAN SAVAŞI VE TRABLUSGARB SAVAŞINA ZEMİN HAZIRLANAN YIL, 1911'DE BALKAN SAVAŞI, 1913'DE TRABLUSGARB SAVAŞI FİİLEN BAŞLIYOR.
1971 12 MART MUHTIRASI
Kul e'uzü birabbilfelak ( De ki: Sığınırım sabahın Rabbine )
Minşerri ma halak (Yarattığı şeylerin şerrinden )
Ve min şerri ğasikın iza vekab (Karanlığı çöktüğünde gecenin şerrinden )
Ve min şerrinneffasati fiyl'ukad (Düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden )
Ve min şerri hasidin iza hased (Haset ettiğinde hasetçinin şerrinden )
Bu sûrenin herbir âyetinin mânâları çoktur. Yalnız mânâ-yı işârî ile beş cümlesinde dört defa ŞER (KÖTÜLÜK) kelimesini tekrar etmek ve kuvvetli münâsebet-i mâneviye ile beraber dört tarzda bu asrın emsalsiz dört dehşetli ve fırtınalı maddî ve mânevî şerlerine ve inkılâblarına (ihtilallerine) ve mübârezelerine (devrimlerine) aynî tarih ile parmak basmak ve mânen "Bunlardan çekininiz" emretmek, elbette Kur'ân'ın î'cazına yakışır bir irşad-ı gaybîdir.
Meselâ: Başta Kul e'uzü birabbilfelak (De ki: Sığınırım sabahın Rabbine) cümlesi, bin üçyüz elli iki veya dört (1352 (M. 1933) –1354 (M. 1934-1935)) (1933'DE HİTLER BAŞBAKAN OLUYOR, 1935'DE YENİDEN SİLAHLANMA KAMPANYASINI BAŞLATIYOR) tarihine hesab-ı ebcedî ve cifrîyle tevafuk edip nev'-i beşerde en geniş hırs ve hasedle ve birinci harbin sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan ikinci harb-i umumîye işâret eder. Ve ümmet-i Muhammediyeye mânen der: "Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz." Ve bir mâna-yı remziyle, Kur'ân'ın hizmetkârlarından olan Risâle-i Nur şakirdlerine hususî bir iltifat ile onların Eskişehir hapsinden, dehşetli bir şerden aynı tarihiyle kurtulmalarına ve haklarındaki imha plânının akîm (neticesiz) bırakılmasına remzen haber verir; mânen "İstiâze ediniz" (şeytandan sığınır gibi sığınınız) emreder gibi bir remz verir.
H. 1352- M. 1933- HİTLER'İN ALMANYA BAŞBAKANI OLDUĞU TARİH.
H. 1354- M. 1934- HİTLER'İN ORDU ÜZERİNDE TAM DENETİM KURDUĞU YIL. 30 HAZİRAN 1934'DE BİR GECEDE ÇOK SAYIDA ÜST DÜZEY SUBAYIN KATLEDİLMESİ EMRİYLE 85 KİŞİNİN KATLEDİLMESİNİ SAĞLADIĞI VE ORDUNUN TAMAMEN ONA BAĞLANDIĞI TARİH. AYNI ZAMANDA, RİSALE-İ NUR TALEBELERİNİN ESKİŞEHİR HAPİSANESİNDEN KURTULDUĞU TARİH.
M. 1935- HİTLER'İN YENİDEN SİLAHLANMA ADINI VERDİĞİ HAREKETİ BAŞLATTIĞI YIL.
Hem meselâ: Minşerri ma halak (Yarattığı şeylerin şerrinden) cümlesi -şedde sayılmaz- bin üç yüz altmış bir (1361- m. 1942)(1942, İKİNCİ DÜNYA SAVAŞININ ŞİDDETLİ OLDUĞU YILLAR) ederek bu emsalsiz harbin merhametsiz ve zâlîmane tahribatına rumî ve hicrî tarihiyle parmak bastığı gibi; aynı zamanda bütün kuvvetleriyle Kur'ânın hizmetine çalışan Nur şakirdlerinin geniş bir imha plânından ve elîm ve dehşetli bir belâdan ve Denizli hapsinden kurtulmalarına tevâfukla, bir mâna-yı remzî ile onlara da bakar. "Halk'ın şerrinden kendinizi koruyunuz" gizli bir îma ile der.
H. 1361- M. 1942- İKİNCİ DÜNYA HARBİNİN EN ŞİDDETLİ OLDUĞU TARİHLERDEN. HİTLER KAFKASYA, KARADENİZ VE HAZAR PETROLLERİNİ ELE GEÇİRMEK İÇİN İŞGALİ GENİŞLETME KARARI ALDI. STALİNGRAD'IN ELE GEÇİRİLMESİ İÇİN YAPILAN SAVAŞTA 500 İLA 850 BİN KİŞİNİN ÖLDÜĞÜ BİLİNİYOR. AYRICA NUR TALEBELERİNİNİN DENİZLİ HAPİSANESİNDEN KURTULDUKLARI TARİH.
Hem meselâ: Ve min şerrinneffasati fiyl'ukad (Düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden) cümlesi -şeddeler sayılmaz- bin üç yüz yirmi sekiz (H. 1328- M. 1910)(BALKAN SAVAŞLARININ ZEMİNİNİN HAZIRLANDIĞI YIL); eğer şeddedeki (lâm) sayılsa, bin üç yüz elli sekiz (H. 1358- M. 1939)(2. DÜNYA SAVAŞININ RESMEN BAŞLAMASI) adediyle bu umumî harbleri yapan ecnebi gaddarların, hırs ve hased ile bizdeki Hürriyet İnkılâbı'nın Kur'ân lehindeki neticelerini bozmak fikri ile tebeddül-ü saltanat (saltanatın değişmesi) ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i Umumî'nin patlamasıyla maddî ve manevî şerlerin, siyasî diplomatların radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyâtını (ilerlemesini) vahşiyâne mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları
H. 1328- M. 1910 – BALKANLARDA, BALKAN SAVAŞININ ZEMİNİ OLAN AYRILIKÇI HAREKETLER BAŞLIYOR. 1913'DE BİTEN SAVAŞ SONRASINDA OSMANLI BALKANLAR'DA ÇOK GENİŞ TOPRAK KAYBEDİYOR. BULGARİSTAN ORDUSU, ÇATALCA'YA KADAR İLERLİYOR. 1911'DE İSE İTALYA'YLA TRABLUSGARB SAVAŞI BAŞLIYOR VE TRABLUSGARB ELDEN ÇIKIYOR.
H. 1358- M. 1939- RESMİ OLARAK İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI BAŞLIYOR. 1945'E KADAR SÜREN SAVAŞTA RESMİ RAKAMLARA GÖRE 75 MİLYON İNSAN ÖLÜYOR. GERÇEK RAKAMIN İSE ÇOK DAHA FAZLA OLDUĞU BİLİNİYOR.
BU SÛREYE ÂİT BİR NÜKTE-İ İ'CÂZİYENİN HAKİYESİDİR :
Nasıl bu sûre, beş cümlesinden dört cümlesi ile bu asrımızın dört büyük şerli inkılâblarına ve fırtınalarına mana-yı işarî ile bakar; aynen öyle de, dört defa tekraren Minşerri (kötülükten) -şedde sayılmaz- kelimesiyle âlem-i İslâmca en dehşetli olan Cengiz ve Hülâgû fitnesinin ve Abbasî Devleti'nin inkıraz zamanının asrına dört defa mânâ-yı işarî ile ve makam-ı cifrî ile bakar ve parmak basar. (DÖRT DEFA ŞER KELİMESİ TEKRAR ETTİĞİ İÇİN DÖRT AYRI FİTNEYE BAKAR DİYOR: 1. CENGİZHAN FİTNESİ, 2. HÜLAGÜ FİTNESİ, 3. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI, 4. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI) Evet –şeddesiz şer (kötülük) beş yüz (H. 500- M. 1106) eder; min (den) doksan (90- M. 709)'dır. İstikbale bakan çok âyetler, hem bu asrımıza hem o asırlara işaret etmeleri cihetinde, istikbalden haber veren İmam-ı Ali ve Gavs-ı Azam dahi, aynen hem bu asrımıza, hem o asra bakıp haber vermişler. ğasikın iza vekab (Karanlığı çöktüğünde gece)kelimeleri bu zamana değil, belki ğasikın (karanlığın en koyu hali) bin yüz altmış bir (1161-1747) ve iza vekab (iyice çöktüğü) sekiz yüz on (810- 1407) ederek, o zamanlarda ehemmiyetli maddî manevî şerlere işâret eder. EĞER BERABER OLSA, MİLÂDÎ BİN DOKUZYÜZ YETMİŞBİR (1971) OLUR. O TARİHTE DEHŞETLİ BİR ŞERDEN HABER VERİR. YİRMİ SENE SONRA ŞİMDİKİ TOHUMLARIN MAHSULÜ ISLAH OLMAZSA, ELBETTE TOKATLARI DEHŞETLİ OLACAK.
1971 - 12 MART MUHTIRASI: DÜNYA GENELİNDE 68 OLAYLARIYLA BİRLİKTE TÜRKİYE’DE MARKSİST HAREKETLER ÇOK GÜÇLENMİŞTİ VE ŞİDDET EYLEMLERİ YAPILIYORDU. ÖĞRENCİ HAREKETLERİ, POLİSE, BÜYÜK ELÇİLİKLERE, KARAKOLLARA SALDIRILAR, BANKA SOYGUNLARI, ADAM KAÇIRMA EYLEMLERİ GERÇEKLEŞTİRİYORLARDI. 69 SEÇİMLERİNDE %46 OY ALARAK DEMİREL İKTİDARA GELMİŞTİ, ANCAK ÜLKE ÇOK KARIŞIKTI, CEMAL MADANOĞLU ÖNDERLİĞİNDE BİR GRUP ASKER DARBE YAPMAYI PLANLIYORDU. BU ASKERİ DARBENİN ENGELLENMESİ İÇİN ORGENERAL MEMDUH TAĞMAÇ 12 MART MUHTIRASINI YAYINLADI. PARLAMENTO FESH EDİLMEDİ ANCAK SİYASİ ÖZGÜRLÜKLER BÜYÜK ORANDA KISITLANDI.
Bediüzzaman Hazretleri, 1979-1980 yıllarına dikkat çekiyor
Sözler, 24. Söz 1926-1934 arasında yazıldı
Bediüzzaman Hazretleri, 1979-1980 yıllarına dikkat çekiyor
İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: "Ahiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan Sahabenin fikirleri niçin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, İSTİKBÂL-İ DÜNYEVÎDE BİN DÖRT YÜZ SENE SONRA GELECEK BİR HAKİKATİ ASIRLARINDA KARÎB (YAKIN) ZANNETMİŞLER?"
Elcevap: Çünkü Sahabe, feyz-i sohbet-i Nübüvvetten herkesten ziyâde dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenâsını bilerek, Kıyâmetin ibhâm vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi anlayarak, ecel-i şahsî gibi, dünyanın eceline karşı dahi dâimâ muntazır bir vaziyet alarak âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, "Kıyâmeti bekleyiniz, intizar ediniz" tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşâd-ı Nebevîdir. Yoksa, vuku-u muayyene dâir bir vahyin hükmüyle değildir ki, hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i ibhâmdan ileri geliyor.
Hicri 1400, hadislere ve İslam alimlerinin açıklamalarına göre Hz. Mehdi (as)'ın faaliyete başladığı tarihtir. Hicri 1400'ün başlamasıyla birlikte Peygamber Efendimiz (sav)'in haber verdiği Hz. Mehdi (as)'ın geliş alametlerin hepsi arka arkaya gerçekleşmiştir. Peygamberimiz (sav), bu alametlerin teşbih tanelerinin ardı ardına gelmesi gibi birbirini takip edeceğini söylemiştir. Şu anda 1432 yılında bulunuyoruz. 1400'den 1432'ye kadar geçen 32 yıl içinde Resulullah (sav)'in haber verdiği yaklaşık 400 alamet birebir gerçekleşmiştir. Bu da bir kez daha Bediüzzaman'ın da söylediği gibi Hz. Mehdi (as)'ın şu an görevde olduğunun delilidir. Peygamberimiz (sav)'in haber verdiği ve birebir gerçekleşen bu yüzlerce alametten bazıları şunlardır:
- Fırat'ın suyunun kesilmesi 1976
- Afganistan'ın işgal edilmesi 1979
- Kabe baskını ve Kabe'de kan akıtılması 1979
- İstanbul'da gerçekleşen gemi patlaması 1979
- İran – Irak Savaşı 1980-1988
- Şam ve Mısır meliklerinin öldürülmesi – 1981
- Ramazan ayında, Ay ve Güneş tutulmalarının olması – 1981 ve 1982
- Halley kuyruklı yıldızının geçişi – 1986
- Sistemlerin değişmesi (komünizmin yıkılması) – 1989
- Azerbaycan'ın işgali – 1990
- Tozlu dumanlı bir fitnenin görülmesi – 2001 İkiz Kulelere yapılan saldırı
- Irak'ın işgali – 2003
- Çölde bir ordunun kaybolması- 2003 Irak ordusunun kaybolması
- Bağdat'ın alevlerle yanması – 2003
- İki kuyruklu Lulin yıldızının çıkması – 2009
Risale Nur'da 1981, 1991 ve 2001 yıllarına işaretler
Hutbe-i Şamiye; 1909'da Hutbe verildi, 1911'de kitap halinde basıldı
Risale Nur'da 1981, 1991 ve 2001 yıllarına işaretler
Bediüzzaman, Şam'daki Emevi Camii'nde verdiği Şam hutbesinde 1371'den sonraki İslam aleminin geleceğine yönelik izahlar yapmıştır.
Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına (açılmasına) ve beşeri tenvir etmesine (aydınlatmasına) mümanaat eden (mani olan) perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler (mani olanlar) çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. YETMİŞ BİRDE (H. 1371 – M. 1952) FECR-İ SÂDIKI BAŞLADI VEYA BAŞLAYACAK. EĞER BU FECR-İ KÂZİP DE OLSA, OTUZ-KIRK SENE (H. 1401/H. 1411 – M. 1981/M. 1991) SONRA FECR-İ SÂDIK ÇIKACAK. (Hutbe-i Şamiye, s. 490)
Fecir: Tan yerinin ağarması, güneş doğmadan önceki kızıllık, sabah vakti
Fecr-i Kazib: Sabaha karşı ufukta yayılmaya başlayan birinci kızıllık.
Fecr-i Sadık: Fecr-i Kazib'den sonra yayılmaya başlayan ikinci aydınlanma
1371 + 30 = 1401 = 1981
1371 + 40 = 1411 = 1991
Bu tarihler, İslam'ın nurunun dünyaya yeniden yayılmaya başladığı, Müslümanların ilmi çalışmalarıyla dünya çapında etki oluşturmaya başladıkları yıllardır.
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ H. 1371 (M. 1952)'DEN SONRASINI ANLATMAYA DEVAM EDİYOR:
Evet şimdi olmasa da (H. 1371'DEN) 30-40 SENE SONRA fen ve hakiki marifet (hüner, sanat , ilim ve fenlerle öğrenilen bilgi) ve medeniyetin mehasini (iyi ve faydalı yönlerini) o üç kuvveti tam teçhiz edip (o üç kuvvetle donatıp), cihazatını verip (gerekli ihtiyacını karşılayıp) o dokuz manileri mağlup edip (o dokuz engelleri yenip) dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını (gerçekleri araştırma eğilimi) ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi (insan sevgisini) o dokuz düşman taifesinin (sınıfının) cephesine göndermiş, inşaAllah YARIM ASIR SONRA onları darmadağın edecek. (Hutbe-i Şamiye, s. 25)
1371 + 30 = 1401 = 1981
1371 + 40 = 1411 = 1991
YARIM ASIR SONRA: 1371 + 50 = 1421 = 2001
Bediüzzaman'ın 28 Şubat 1997 olayına işaret eden sözleri
Şualar, 2. Şua 1943-44'de yazıldı. Bediüzzaman, 53 yıl sonra olacak olayları haber veriyor
Said Nursi Hazretleri'nin 28 Şubat 1997 olaylarına işaret eden ebced hesaplaması (Bakara Suresi, 257)
"Onbirinci Meselenin haşiyesinin bir lâhikasıdır

Ayetü'l-Kürsînin tetimmesi olan "Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır(Bakara Suresi, 256) " bin üç yüz elli (H. 1350- M. 1931), "Artık kim tağutu tanımayıp" bin dokuz yüz yirmi dokuz (1929) veya (1928), "Allah'a inanırsa, o, yapışmıştır" dokuz yüz kırk altı (H. 946) "Risaletü'n-Nur" ismine muvafık; -" sapasağlam bir kulba" bin üç yüz kırk yedi (H. 1347- M. 1928); "Allah, iman edenlerin Velisi (dostu ve destekçisi)dir.", "bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir." eğer beraber olsa bin on iki (H.1012), eğer beraber olmazsa dokuz yüz kırk beş (H. 945) (bir şedde sayılmaz), "Onları karanlıklardan nura çıkarır" bin üç yüz yetmiş iki (H. 1372 – M. 1953) (şeddesiz), "İNKAR EDENLERİN VELİLERİ İSE TAĞUT'TUR" (Bakara Suresi, 257) bin dört yüz on yedi (1417) (Miladi 1997) ; "Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. " bin üç yüz otuz sekiz (H. 1338 – M. 1920) (şedde sayılmaz) "İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır. " bin iki yüz doksan beş (H. 1295) (şedde sayılır) eder. Risaletü'n-Nur'un hem iki kere ismine, hem suret-i mücahedesine, hem tahakkukuna ve telif ve tekemmül zamanına tam tamına tevafukuyla beraber, ehl-i küfrün bin iki yüz doksan üç (H. 1293 – M. 1877) (OSMANLI RUS SAVAŞI, OSMANLI'NIN EN ÇOK TOPRAK YİTİRDİĞİ SAVAŞLARDAN BİRİ) harbiyle âlem-i İslâmın nurunu söndürmeye çalışması tarihine ve Birinci Harb-i Umumîden istifade ile bin üç yüz otuz sekizde (H. 1338 – M. 1920) bilfiil nurdan zulümata atmak için yapılan dehşetli muahedeler tarihine tam tamına tevafuku ve içinde mükerreren nur ve zulümat karşılaştırılması ve bu mücahede-i mâneviyede Kur'ân'ın nurundan gelen bir Nur, ehl-i imana bir nokta-i istinat olacağını mânâ-yı işârî ile haber veriyor diye kalbime ihtar edildi. Ben de mecbur oldum, yazdım. Sonra baktım ki, mânâsının münasebeti bu asrımıza o kadar kuvvetlidir ki, hiç tevafuk emaresi olmasa da, yine bu âyetler her asra baktığı gibi mânâ-yı işârî ile bizimle de konuşuyor kanaatim geldi..." (Şualar, S. 422-423)
Bilindiği üzere 28 Şubat Türkiye'nin yakın tarihinde, özgürlüklerin kısıtlandığı, Müslümanlara baskının çok yoğunlaştığı, işkencelerin ve faili meçhullerin arttığı bir dönemin başlangıcı olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri'nin 1997 yılına bu şekilde dikkat çekmesi ise son derece manidardır.
Risale-i Nur'da 2004 yılına işaretler
Şualar, I. Şua 1936'da yazılıyor.
Risale-i Nur'da 2004 yılına işaretler
Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor.(Tevbe Suresi, 32) âyetindeki "Yurîdûne en yutfîû nûrallâhi bi efvâhihim" (Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar)cümlesi, kuvvetli ve letafetli münasebet-i mâneviyesiyle beraber şeddeli lâm'lar, birer ل ve şeddeli م asıl kelimeden olduğundan, iki sayılmak cihetiyle bin üç yüz yirmi dört (H. 1324 – M. 1906 )(1906, BIRINCI MEŞRUTIYET VE ISTIBDAT DEVRININ SONUDUR)ederek, Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir suikast plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti "yirmi dört (24)"te ilânıyla o plânı akîm bırakmaya çalıştıkları halde, maatteessüf, altı-yedi sene sonra, harb-i umumî neticesinde yine o suikast niyetiyle, Sevr Muahedesinde (1920) Kur'ân'ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini yine icrâ etmek olan plânlarını akîm bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye çalıştıkları tarihi olan bin üç yüz yirmi dört (1324)'e, tâ "dört (34)"te, tâ "elli dört (54)"te tam tamına tevâfukla, o herc ü merc içinde Kur'ân'ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resâili'n-Nur Müellifi "yirmi dört (24)"te ve Resâili'n-Nur'un mukaddematı "otuz dört (34)"te ve Resâili'n-Nur'un nuranî cüzleri ve fedakâr şakirtleri "elli dört (54)"te mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor….
Eğer şeddeli م dahi şeddeli lâm'lar gibi bir sayılsa, o vakit bin iki yüz seksen dört (H. 1284 – M. 1866) eder. (1866'DA GİRİT İSYANI OLUYOR, SIRP AYAKLANMALARI VAR) O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus'un "doksan üç (93)" muharebe-i meş'umesiyle âlem-i İslâmın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâili'n-Nur şakirtleri yerinde Mevlâna Halid'in (k.s.) şakirtleri o bulut zulümatını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor. ŞİMDİ HATIRA GELDİ Kİ, EĞER ŞEDDELI LÂM'LAR VE İKİŞER SAYILSA, BUNDAN BİR ASIR SONRA (H. 1424 – M. 2004) ZULÜMATI DAĞITACAK ZÂTLAR İSE, HAZRET-İ MEHDÎNİN ŞAKİRTLERİ OLABİLİR. Her ne ise... Bu nurlu âyetin çok nuranî nükteleri var.
"Damla denize delâlet eder" sırrıyla kısa kestik.
Risale Nur'da 2007-2008 yıllarına işaretler
Bediüzzaman Said Nursi bu sözünde, ayetin "...hiç şüphe yok galip gelecek olanlar Allah'ın taraftarlarıdır " (fe inne hızbellâhi humul gâlibûn) cümlesinin ebced değerinin, Hicri 1350 tarihini verdiğini söylemiş, ancak ayetin gelecekte de Kuran ahlakının üstün geleceği bir başka dönem olacağına dair gizli bir işaret içerdiğini hatırlatmıştır. Nitekim ayetin bu cümlesinin Arapça yazılımında yer alan baştaki "FE" HARFİ DE HESABA KATILARAK EBCEDİNE BAKILDIĞINDA, bu sefer de ebced değeri 80 çıkmaktadır. 1350 ÜZERİNE 80 İLAVE EDİLDİĞİNDE DE HİCRİ 1430 ETMEKTEDİR Kİ, BU TARİH DE MİLADİ OLARAK "2008 YILINI" VERMEKTEDİR.
FE HARFİ = 80
1350+80 = 1430 = 2008
 Şu ayetin gizli imasına "Kim Allah'ı, Resûlü'nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır." (Maide Suresi, 56) ayeti teyid ediyor. Çünkü "... hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır." ayetindeki şeddeli nun bir sayılsa tam evvelki ayete tevafuk ile Hizb-ul Kur'an'ın (Kuran taraftarlarının) faaliyetine vasıta olan bir hadiminin (hizmet eden kimsenin) Kur'an okumaya başladığı H. 1302 (M. 1884) tarihine iki fark ile tevafuk etmekle beraber şeddeli nun iki nun sayılsa bin üç yüz elli (H. 1350- M. 1931) eder ki; bu tarihte Kuran'dan muktebes (alınan bilgilerle hazırlanmış) olan Risale-i Nur etrafında toplanan, bütün kuvvetleriyle Kuran hizmetlerine çalışan Hizb-ul Kur'an'ın faaliyeti ve delalet (sapkınlık) ve zındıkaya (dinsizliğe) manen galebe ettikleri (galip geldikleri) bir zamana tevafuku (denk gelmesi) İSE İSTİKBALDE (GELECEKTE) TAM GALEBELERİNE (TAM GALİBİYETLERİNE DAİR) BİR İMA-İ GAYBİDİR (GİZLİ BİR İŞARETTİR). (8. Lema, Keramet-i Gasviye)
Bediüzzaman Hazretleri kıyametin, Hicri 1545'de (Miladi 2120'de) kopacağını söylemiştir (Allahualem)
Peygamberimiz (sav) dünyanın ömrünün 7000 bin yıl olduğunu ve bunun 5600 yılının geçmiş olduğunu sahih hadislerde belirtmektedir. Büyük İslam alimi Suyuti'nin eserinde bu konuda nakledilmiş 8 sahih hadis bulunmaktadır:
H.2 --- İbni Asakir diyor ki: Ebu Said Ahmed b. Muhammed Bağdadi (aradaki ravi silsilesi ile) rivayet etti. Enes b. Malik (r.a.)'dan O dedi ki, Resulullah (s.a.v.) buyurdu: Kim bir din kardeşinin Allah yolunda bir ihtiyacını görürse, Allah Teala onun için, gündüzlerini oruçla, gecelerini de ibadetle geçirmişçesine ŞU DÜNYANIN YEDİ BİN YILLIK ÖMRÜ MÜDDETİNCE SEVAP YAZAR.
H.3 --- İbni Abiyy diyor ki: Ebu İshak, İbrahim b. Abdullah Nebti, (aradaki ravi silsilesi ile) rivayet etti. Enes b. Malik (r.a.)'dan O dedi ki, Resullullah (s.a.v.) buyurdu:DÜNYANIN ÖMRÜ, AHİRET GÜNLERİNDEN YEDİ GÜNDÜR. ALLAH TEALA BUYURDU Kİ: "SENİN RABBİNİN YANINDAKİ BİRGÜN, SİZİN SAYDIĞINIZ BİN YIL GİBİDİR."
H.7 --- İbni Ebi Dünya, Zemmil Emel'inde diyor ki: Ali b. Said, Hamza b. Hişan'dan, O da Said b. Cubeyr'den rivayet ettiler ki, DÜNYA, AHİRET HAFTALARINDAN BİR HAFTADIR.
H.5 --- İbni Ebi Hatem, Tefsir'inde İbni Abbas'dan rivayet etti ki: DÜNYA, AHİRET HAFTALARINDAN BİR HAFTA OLUP, YEDİ BİN SENEDİR VE BUNUN ALTI BİNİ GEÇMİŞTİR.
H.6 --- İbni Abbas'dan sahih olarak nakledilen şöyle bir rivayet vardır. O DEDİ Kİ: DÜNYA YEDİ GÜNDÜR. HER BİR GÜN BİN YIL GİBİDİR. VE RESULULLAH (S.A.V.)'DE ONUN SONUNDA GÖNDERİLDİ.
• Ashabı Kiramın gördüğü bir rüya
H.4 --- Tabarani Kebir'inde diyor ki, Ahmed b. Nadr el-Askeri ve Cafer b. Muhammed-ül Feryabi nakletmişler ki; (Ravi silsilesi ile) Dakkak b. Zeyd-i Cüheni'den rivayet ettiler. O dedi ki: Ben gördüğüm bir rüya'yı Resullullah (s.a.v.)'a anlattım. Bu rüyada Peygamber (s.a.v.) yedi basamaklı bir minberin en üst basamağında idi. O BUYURDU Kİ: YEDİ BASAMAKLI GÖRDÜĞÜN MİNBER ŞU DÜNYANIN ÖMRÜ OLAN YEDİ BİN SENEDİR, BEN DE ONUN SON BİNİNDE OLACAĞIM.
H.8 --- İbni Abd-il Hamid, Tefsir'inde diyor ki; Muhammed b. Fadl, Hammad b. Zeyd'den, O da Yahya b. Atik'den, O da Muhammed b. Sirin'den, O da Müslüman olmuş kitap ehli birisinden rivayet ettiler ki: ALLAH, GÖKLERİ VE YERLERİ ALTI GÜNDE YARATMIŞTIR. RABBİMİN YANINDA BİR GÜN, SİZİN DÜNYA HAYATINDA SAYDIĞINIZ BİN YIL GİBİDİR. VE DÜNYANIN ECELİ ALTI GÜNDÜR, YEDİNCİ GÜNDE KIYAMET KOPACAKTIR. ALTI GÜN GİTMİŞTİR VE SİZ YEDİNCİ GÜNDESİNİZ.
• Peygamber (s.a.v.) zamanında, Adem (a.s.)'dan beri 5600 yıl geçmiş olduğu
H.28 --- Ahmed İbni Hanbel İlel'inde nakletti. İsmail b. Abdülkerim, Abdüssamed'den O da Vehb'den rivayet etti:
DÜNYADAN BEŞ BİN ALTI YÜZ YIL GEÇMİŞTİR.(Ahir Zaman mehdisinin alametleri, Celaleddin Suyuti'nin tasnifinden Hadisler, Ali bin Hüsameddin El-Muttaki, sf. 88,89)
Peygamberimiz (s.a.v.)'in hadis-i şerifleri doğrultusunda açıklamalar yapan Suyuti Hazretleri ve Ahmed Bin Hanbel gibi büyük İslam alimleri, İslam ümmetinin ömrünün hicri 1500'lerin ilk dönemlerini pek fazla geçmeyeceğini yani hicri 1600'e ulaşmayacağını ifade etmişlerdir:
"BENİM ÜMMETİMİN ÖMRÜ 1500 SENEYİ PEK GEÇMEYECEK." (Suyuti, el-Keşfu an Mücavezeti Hazihil Ümmeti el-Elfu, el-havi lil Fetavi, Suyuti. 2/248, tefsiri Ruhul Beyan. Bursevi. (Arapça) 4/262, Ahmed bin Hanbel, Kitâbu'l-İlel, sh. 89.)
Bediüzzaman Hazretleri de Peygamberimiz (sav)'in hadisi şeriflerine ve büyük İslam alimlerinin izahlarına dayanarak, Asr Suresi'nin ve Fatiha Suresi'nin ebced hesaplarından Hicri 1545 (M. 2120)'de kıyametin kopacağını "Allahualem (Allah doğrusunu bilir)" diyerek ifade etmiştir.
Ahir zamandan haber veren mühim bir hadis
"LÂ TEZÂLÜ TÂİFETÜN MİN ÜMMETÎ ZÂHİRİNE ALE'L-HAKKI HATTÂ YE'TİYALLAHÜ Bİ EMRİHÎ." "Ümmetimden bir taife Allah'ın emri gelinceye kadar [yani kıyâmetin kopmasına kadar] galibâne hak üzerinde devam edecektir."
Ramazan-ı şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadîs-i şerif hatırıma geldi. Belki Risale-i Nur şakirdlerinin taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi. "LÂ TEZÂLÜ TÂİFETÜN MİN ÜMMETÎ." "Ümmetimden bir taife zail olmayıp devam edecektir." (şedde sayılır, tenvin sayılmaz) fıkrasının makam-ı cifrisi, bin beşyüz kırkiki (1542- M. 2117) ederek nihayet-i devamına îma eder. "Gaybı yalnız Allah bilir." "ZÂHİRİNE ALE'L-HAK." "hak üzerinde devam edecektir." (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi binbeşyüz altı (1506- M. 2082) edip, bu tarihe kadar zâhir ve aşikârane, belki galibane; sonra tâ kırk ikiye kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın îma eder. Ve'l-ilmû indAllah; "Gerçek ilim ancak Allah Katındadır."
"HATTÂ YE'TİYALLAHÜ Bİ EMRİHÎ" "Allah'ın emri gelinceye kadar (yani kıyâmetin kopmasına kadar)" (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi binbeşyüz kırk beş (1545- M. 2120) olup, kâfirin başında kıyamet kopmasına îma eder. Lâ ya'lemu'l-ğaybe illâllah. (Gaybı Allah'tan başkası bilemez.)
Ca-yı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil'ittifak bin beşyüz tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına manidar, makul ve hikmetli bir surette binbeşyüzaltı (1506- M. 2082)'dan tâ kırkiki (1542- M. 2117)'ye, tâ kırkbeş (1545- M. 2120)'e kadar üç büyük değişimin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk (birbirine uygun düşmesi) ve tevafuklarıdır. Bu îmalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat'î tarzda kimse bilmez; fakat böyle îmalar ile bir nevi kanaat, bir galib ihtimal gelebilir. Fatiha'da "SIRAT-I MÜSTAKIM" (dosdoğru yol) ashabının taife-i kübrasını (en büyük topluluğunu) târif eden "ELLEZİNE EN'AMTE ALEYHİM" (kendilerine nimet verdiklerinin) fırkası, şeddesiz binbeşyüzaltı veya yedi ederek tam tamına "ZÂHİRİNE ALEL HAKKI" (hak üzerinde olacaktır) fıkrasının makamına tevafuku ve manasına tetabuku (uygunluğu) ve şedde sayılsa (hadiste geçen) "LÂ TEZALÜ TÂİFETÜN MİN ÜMMETİ" (ümmetimden bir taife) fıkrasına üç manidar farkla tam muvafakatı ve manen mutabakatı bu hadîsin îmasını teyid edip remz (gizli işaret) derecesine çıkarıyor. Ve müteaddid âyât-ı Kur'aniyede"SIRAT-I MÜSTEKIM" (dosdoğru yol) kelimesi, bir mana-yı remziyle Risalet-in Nur'a manaca ve cifirce îma etmesi remze yakın bir îma ile; Risalet-in Nur şakirdlerinin taifesi, âhirzamanda o taife-i kübra-i azamın (o büyük topluluğun) âhirlerinde (sonlarında) bir hizb-i makbul olacağını işaret eder diye def'aten birden ihtar edildi. "Gerçek ilim ancak Allah Katındadır." "Gaybı yalnız Allah bilir."
Sûre-i Ve'l-Asr'in dağ meyvesi namındaki nüktesine bir haşiyedir
(1. Vel asr
2. İnnel insane le fi husr
3. İllellezıne amenu ve amilus salihati ve tevasav bil hakkı ve tevasav bis sabr)
(Asr suresinin 3. Ayetinde geçen) "ESSALİHATİ" (Salihler) daki "te" ahirdeki (önceki geçen) "ta"lar, ekseriyetçe vakfa rast gelmesiyle, cifirce "he" sayılabilir. Bu noktada "illa" beraberdir (1358- M.1939); bu zamanımızı gösterir. Ve telâffuzca "he" okunmadığından, "te" kalabilir. Bu noktadan şeddeler sayılmazsa ve "illâ" beraber değil, iki yüz küsur sene zamana kadar iman ve amel-i salihle beraber bir taife-i azime (hadiste geçen büyük topluluk), hasârât-ı azimeye (büyük hasarlara) karşı mücahedeye devam edeceğine işaret edip, Fatiha'nın ahirinde (başında) "SIRATA'L LEZÎNE ENAMTE ALEYHIM" "Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna" bin beş yüz kırk yedi (1547- M. 2122) veya bin beş yüz yetmiş yedi (1577- M. 2150) gösterdiği zamana; hem "LÂ TEZÂLÜ TÂİFETÜN MİN ÜMMETÎ ZÂHİRİNE ALE'L-HAKKI HATTÂ YE'TİYALLAHÜ Bİ EMRİHÎ."
Birinci cümle (Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî- Ümmetimden bir taife), bin beş yüz (1500- M. 2076) makamıyla ahir zamanda bir taife-i mücahidînin son zamanlarına ve ikinci cümle, (Zâhirine ale'l-hak- galibâne hak üzerinde devam edecek) bin beş yüz altı(1506- M. 2082), makamıyla, galibane mücahedenin tarihine ve üçüncü cümle, (Hattâ ye'tiyallahü bi emrihî- Allah'ın emri gelinceye kadar) bin beş yüz kırk beş (1545- M. 2120) makamıyla, pek az bir farkla hem Fatiha'nın, hem Ve'l-Asri Sûresinin iki cümlesinin gaybî işaretlerine işaret edip, tevafuk eder.
Demek, bu hadis-i şerifin üç cümlesinden herbirisi, bin beş yüz tarihine ve mücahedenin ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine, aynen bu "ELLEZÎNE AMENÜ VE AMILÜ'S SALIHATI" "Ancak îmân eden ve güzel işler yapanlar müstesnâ." (Asr Sûresi, 103/3) -şedde sayılmazsa- bin beş yüz altmış bir (1561- M.2134) makamıyla, hem "VETEVA SAVBIL HAKKI VETEVA SAVBISSABRI" "Birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler" (Asr Sûresi, 103/3) -şedde sayılır fakat "bissabr" (sabrı) da lâmdır - bin beş yüz altmış(1560- M. 2133) makamıyla iştirak edip, o taife-i azimenin mücahedatları ne kadar devam edeceğini mana-yı işârî ve cifriyle gösterirler. Ve Fatiha ve hadisin irae ettikleri (gösterdikleri) tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrüp edip (yaklaşıp), farklı bir derece tevafuk ederler ve manalarıyla da, tam tetabuk ederek, parlak bir lem'a-i i'câziye-i gaybiyeyi (gaybtan hikmetli bir bölümü) gösteriyorlar.
Bediüzzaman Said Nursi'nin İslam Birliği Hakkındaki Sözleri
İttihad-ı İslam en büyük farz vazifedir
İhfa (gizlenmek), havf (korkmak); riyadandır. Farzda riyâ yoktur. BU ZAMANIN EN BÜYÜK FARZ VAZÎFESİ (GÖREVİ), İTTİHAD-I İSLÂMDIR. İttihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib (kollara ayrılmış), muhit (her şeyi kuşatan), merâkiz (karar yerlerini) ve maâbid-i islâmiyeyi (islamın ibadet yerlerini) birbirine rabtettiren (bağlayan) bir silsile-i nuraniyi (nurani silsileyi) ihtizaza getirmekle (harekete geçmekle) onunla merbut (bağlanmış) olanları ikaz (uyarma) ve tarîk-ı terakkiye (yükselme, ilerleme yoluna) bir hâhiş (istek) ve emr-i vicdanî (vicdani emir) ile sevk etmektir. BU İTTİHADIN MEŞREBİ MUHABBETTİR. HUSUMET, CEHALET VE ZARURET NİFAKADIR. GAYR-I MÜSLİMLER EMİN OLSUNLAR Kİ, BU İTTİHADIMIZ BU ÜÇ SIFATA HÜCUMDUR. GAYR-I MÜSLİME KARŞI HAREKETİMİZ İKNÂDIR (RAZI ETMEKTİR). ZİRA ONLARI MEDENÎ (FAZİLETLİ, TERBİYELİ) BİLİRİZ. VE İSLÂMİYETİ MAHBUP (SEVGİLİ) VE ULVÎ (YÜCE) GÖSTERMEKTİR. Zira onları munsif (insaflı) zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebîye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dahil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî olan ittihad-ı islâmın efkâr (fikirler) ve meslek ve hakikatini efkâr-ı umumiyeye (Halkın fikirlerine) arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin, cevaba hazırız. (Hutbe-i Şamiye, s. 94)
Bediüzzaman Hazretleri, İttihad-ı İslam’ın Türkiye’nin öncülüğünde olacağına işaret ediyor
Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyet'tir. VE HİLAFET-İ OSMANİYE VE TÜRK ORDUSUNUN O MİLLİYETE BAYRAKTARLIĞI İTİBARİYLE , o İslamiyet milliyetinin sadefi (incisi) ve kal'ası (kalesi) hükmünde Arab ve Türk hakiki iki kardeş, o kal'a-i kudsiyenin (o mübarek kalenin) nöbettarlarıdırlar. İşte bu kudsi milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslam bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslam taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslamiye (İslam kardeşliği) ile mürtebit (bağlanır) ve alakadar olur. Birbirine manen, lüzum olsa maddeten yardım eder. Güya bütün İslam taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır. (Hutbe-i Şamiye, s. 54)
Bediüzzaman, “İttihad adet olduğu için değil ibadet olduğu için yapılmalı” diyor
Tekraren söylüyorum ki, ittihad-ı islâm hakikatında olan ittihad-ı Muhammedînin cihetü'l-vahdeti (birlik yönü) Tevhid-i İlâhîdir (Allah'ın birliğine imandır). Peyman (Ahd) ve yemini de îmandır. Müntesibîni (intisab edenleri), umum mü'minlerdir. Nizamnâmesi (tüzük metni), sünen-i Ahmediyedir (peygamberin sünnetidir) (a.s.m.). Kânunu (yasası), evâmir (emirleri) ve nevâhi-i şer'iyedir (İslam ahlakının yasakladığı şeylerdir). BU İTTİHAD; ÂDETTEN (GELENEKTEN, ALIŞKANLIKTAN) DEĞİL, İBÂDETTİR. (Hutbe-i Şamiye, Sâdâ-yı Hakikat, s. 94)
Bediüzzaman'ın Müslümanların birlik ve kardeş olmalarıyla ilgili sözleri
... İŞTE, EY MÜ'MİNLER! EHL-İ İMÂN AŞİRETİNE KARŞI TECAVÜZ VAZİYETİNİ ALMIŞ NE KADAR AŞİRET HÜKMÜNDE DÜŞMANLAR OLDUĞUNU BİLİR MİSİNİZ? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. HER BİRİSİNE KARŞI TESANÜD EDEREK, EL ELE VERİP MÜDAFAA VAZİYETİ ALMAYA MECBURKEN, ONLARIN HÜCUMUNU TESHİL ETMEK (GERİ ÇEVİRMEK), ONLARIN HARÎM-İ İSLÂMA (İSLAMIN NAMUSUNA) GİRMELERİ İÇİN KAPILARI AÇMAK HÜKMÜNDE OLAN GARAZKÂRÂNE TARAFGİRLİK VE ADÂVETKÂRÂNE İNAT, HİÇBİR CİHETLE EHL-İ İMANA YAKIŞIR MI? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan (dinsizlikten) tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl (kötülüklerine) ve mesâibine (zorluklarına) kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. BÜTÜN BUNLARA KARŞI KUVVETLİ SİLÂHIN VE SİPERİN VE KALEN, UHUVVET-İ İSLÂMİYEDİR (İSLAM KARDEŞLİĞİDİR) . Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.
Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İSLÂMIN VE BEŞERİN HIRS VE ŞİKAKINDAN İSTİFADE EDEREK, AZ BİR KUVVETLE NEV-İ BEŞERİ HERCÜMERC EDER VE KOCA ÂLEM-İ İSLÂMI ESARET ALTINA ALIR." (Mektubat, 22. Mektup)
Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız (Yaratıcınız) bir, Mâlikiniz (Sahibiniz) bir, Mâbudunuz (İbadet ettiğiniz) bir, Râzıkınız (Rızık vereniniz) bir, bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar bir, bir.
Bu kadar birler vahdet ve tevhidi, vifak (birleşme) ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti (din kardeşliği) iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak (ayrılık) ve nifaka (riyaya), kin ve adâvete (düşmanlığa) sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete (birlik bağına) hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf (küçümseme) ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf (haksızlık) olduğunu, KALBİN ÖLMEMİŞSE, AKLIN SÖNMEMİŞSE ANLARSIN.... Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref'ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü'minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, her şeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır... (Mektubat, 22. Mektup)
"Harici düşmanların zuhur ve tehacümünde (saldırısında) dahili adavetleri (iç düşmanlıkları) unutmak ve bırakmak" olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi (sosyal düzeni) en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı İslamiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm (hücum) vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz'i (küçük, kişisel) adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeye (İslam toplum düzenine) bir hıyanettir." Evet, vahşiyane tecavüzlere karşı "tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek (kolaylaştırmak), onların harim-i İslama (İslam'ın namusuna) girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkarane (haset dolu) tarafgirlik ve adavetkarane (düşmanca) inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?(Mektubat, s. 269)
Bediüzzaman Hazretleri, İttihad-ı İslam’ı Hz. Mehdi (as)'ın sağlayacağını söylüyor
Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı (değerlisi) olan iman-ı tahkikîyi (sarsılmaz imanı) neşir (yaymak) ve ehl-i imanı (iman sahiplerini) dalâletten (hak yoldan, dinden sapmaktan) kurtarmak cihetiyle (sebebiyle), o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risale-i Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen (gizli birşeyin Allah tarafından birisine ilhâm edilmesi yoluyla bilinmesiyle) görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine (hizmetkarına) vermişler, o hâdime (hizmetkara) mültefitane (iltifat ederek) bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur'u bir programı olarak neşir (yayacak) ve tatbik edecek (yerine getirecek).
O zatın ikinci vazifesi, şeriatı (İslam dinini) icra ve tatbik etmektedir (yerine getirmektedir). Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad (inanç) ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.
O ZATIN ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ, HİLÂFET-İ İSLÂMİYEYİ (İSLAM HALİFELİĞİNİ) İTTİHAD-I İSLÂMA (İSLAM BİRLİĞİNE) BİNA EDEREK, İSEVÎ RUHANÎLERİYLE (HIRİSTİYANLARLA) İTTİFAK EDİP DİN-İ İSLÂMA (İSLAM DİNİNE) HİZMET ETMEKTİR . Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun (herkesin) ve avâmın (halkın) nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile (açıklamaya) muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere hamlederler (atılırlar). (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9)
İttihad-ı İslam, Müslümanların bayramı ve kurtuluşu olacaktır
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ruh u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz. İNŞAALLAH, ÂLEM-İ İSLÂMIN (İslam aleminin) DA BÜYÜK BİR BAYRAMINA YETİŞİRSİNİZ. CEMAHİR-İ MÜTTEFİKA-I İSLÂMİYENİN (Birleşik İslam Cumhuriyetlerinin) KUDSÎ (Mukaddes) KANUN-U ESASİYELERİNİN (Anayasasının) MENBAI OLAN (kaynağı olan) KUR'ÂN-I HAKÎM, İSTİKBALE (geleceğe) TAM HÂKİM OLUP BEŞERİYETE (insanlığa) TAM BİR BAYRAMI GETİRECEĞİNE ÇOK EMARELER (işaretler-deliller) VAR.
Saniyen (İkinci olarak): Şüphe kalmadı ki, Nur Risaleleri ve talebeleri, hıfz ve inayet-i İlâhiyeye (Allah'ın koruması ve yardımına) mazhardırlar (şereflenmişlerdir) ki, bu zamanın hassasiyetle (titizlikle) ve bazı keyfî (isteğe bağlı) kanunlarla pek hiddetli bir inatla uzun zamandan beri Nur talebelerine ancak yüzde bir nisbetinde (oranında) zarar verebildiler. Nurun faal talebelerinden altı yüz talebesinin mahkemelerle meşgul edilmesine dehşetli bir plân varken, yalnız altı talebeye muvakkaten (geçici olarak) ilişildi. Hattâ Nur kahramanının yazdığı gibi, yirmi beş adliye mahkemeleri yüz binler nüshalarında (yazılı belgelerde) ve yüz binler talebelerinde medâr-ı mes'uliyet (sorumluluk sebebi) birşey bulamıyorlar. Ve o kesretli (çeşitli) adliyelerin "Nurlarda suç yok ve bulamıyoruz" demeleri kat'î (kesin) bir delildir. (Emirdağ Lahikası, s. 315)
Hâmisen: Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka (inançsızlık) ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa (maddeciliğe) karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var. O da Kur'ân'ın hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin'i az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye (insanlara gelen belâ ve musîbetler), siyasî, maddî kuvvetlerle susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur'âniye (Kuran'ın hakikatleri)dir.
Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir (Kadir gecesi) meselesi, şimdi hem Amerika, hem Avrupa'da eseri (izi) görülüyor. Onun için, ŞİMDİKİ BU HÜKÛMETİMİZİN HAKİKİ (ASIL) KUVVETİ, HAKAİK-İ KUR'ÂNİYEYE (KURAN'IN GERÇEKLERİNE) DAYANMAK VE HİZMET ETMEKTİR. BUNUNLA, İHTİYAT (YEDEK) KUVVETİ OLAN ÜÇ YÜZ ELLİ MİLYON UHUVVET-İ İSLÂMİYE (İSLAM KARDEŞLİĞİ) İLE İTTİHAD-I İSLÂM (İSLAM BİRLİĞİ) DAİRESİNDE KARDEŞLERİ KAZANIR. ESKİDEN HIRISTİYAN DEVLETLERİ BU İTTİHAD-I İSLÂMA (İSLAM BİRLİĞİNE) TARAFTAR DEĞİLDİLER. FAKAT ŞİMDİ KOMÜNİSTLİK VE ANARŞİSTLİK ÇIKTIĞI İÇİN, HEM AMERİKA, HEM AVRUPA DEVLETLERİ KUR'ÂN'A VE İTTİHAD-I İSLÂMA (İSLAM BİRLİĞİNE) TARAFTAR OLMAYA MECBURDURLAR...
Kardeşiniz Said Nursî (Emirdağ Lâhikası, s. 297)
Allah Müslümanlara Birlik Olmayı Emretmiştir, Birlik Olmak Farzdır
Allah Kuran'da müminlere birlik olmalarını, birbirlerini öz kardeşleri gibi görüp sevmelerini, birbirlerine karşı merhametli, affedici ve koruyucu olmalarını, dağılmaktan, ayrılmaktan ve parçalanmaktan şiddetle kaçınmalarını emretmiştir.
Tüm Müslümanlar kardeştir ve tek bir topluluktur
Gerçekten, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse Bana ibadet ediniz. Onlar, işlerini kendi aralarında parça parça dağıttılar (dinlerinde bölünmeler yaptılar); hepsi Biz'e döneceklerdir. (Enbiya Suresi, 92-93)
Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın . Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar. (Al-i İmran Suresi, 103)
Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz. (Hucurat Suresi, 10)
Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46)
İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. (Enfal Suresi, 73)
Allah tüm Müslümanlara, dinsizliğe karşı hep birlikte, fikren mücadele etmelerini emrediyor
Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına mücadele etmiyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)
Fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah'ın oluncaya kadar onlarla mücadele edin. Şayet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir. (Enfal Suresi, 39)
Ve haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır. (Şura Suresi, 39)
Şüphesiz Allah, Kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak mücadele edenleri sever. (Saff Suresi, 4)
Gerçek şu ki, Allah Katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın Kitab'ında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesab (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin veonların sizlerle topluca cehd etmesi gibi siz de müşriklerle topluca cehd edin. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir. (Tevbe Suresi, 36)
Bu ayetlerden ve Kuran'ın genelinden açıkça anlaşıldığı gibi;
• Müslümanların birlik olmaları,
• Kardeşçe bir sevgi ve şefkatle birbirlerine bağlı olmaları,
• Çekişip tartışmamaları,
• Birbirlerinin velileri ve dostları olmaları,
• Birbirlerini her koşulda koruyup kollamaları,
• Birbirleriyle istişare halinde olmaları,
• Birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf halinde inkara karşı ilmen mücadele etmeleri farzdır.
Bu durumda tüm bunların aksi bir tutum sergilemek, yani;
• Birleştirici değil ayırıcı olmak,
• Müslüman kardeşlerine sevgiyle ve şefkatle yaklaşmamak,
• Müslüman kardeşlerine karşı affedici, koruyucu ve kollayıcı olmamak,
• İnkara karşı verilen ilmi mücadelede Müslümanlarla kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlamamak haramdır.
Ahir Zamanın İmanı ve Aklı Zayıf, Enaniyetli Din Alimlerinin Özellikleri
Bediüzzaman Hazretleri, ahir zamanda hem imanı ve aklı zayıf hem de enesi kavi, yani enaniyeti güçlü, kibirli bazı alimlerin hadislerde bildirilen hakikatleri kavrayamadıklarını, bu sebeple de hadisleri inkara kadar gittiklerini şöyle anlatmaktadır:
Kıyamet alâmetlerinden ve âhir zaman vukuatından (olaylarından) ve Bâzı a'malin (amellerin) fazilet ve sevaplarından bahseden hâdîs-i Şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim (ilim sahibi), onların bir kısmına zaîf (zayıf) veya mevzu demişler. İMANI ZAYIF VE ENANİYETİ KAVİ bir kısım da (aklını beğenen, kendini büyük, kusursuz ve üstün gören; ve adeta kendi nefsini putlaştıran kişiler de (Allah'ı tenzih ederiz)), inkâra kadar gitmişler... Netice-i Kelâm: EY İNSAFSIZ VE DİKKATSİZ VE İMANI ZAÎF, FELSEFESİ KAVÎ, HODBİN (BENCİL, KİBİRLİ), MÜNEKKİD (SÜREKLİ ELEŞTİREN) ADAM! Şu "On Asl"ı nazara al. Sonra sen hilaf-ı hakikat (gerçeğe aykırı) ve kat'î muhalif-i vaki' (kesin muhalif olarak) gördüğün bir rivayeti bahane ederek ehadîs-i şerifeye ve dolayısıyla Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mertebe-i ismetine (masumluk mertebesine) halel verecek itiraz parmağını uzatma!(Sözler, sf. 355)
.... Hadis-i sahihte rivayet edilen, "Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın geleceğini ve şeriat-i İslâmiye ile amel edeceğini, Deccalı öldüreceğini (manen yok edeceğini)" İMANI ZAYIF OLANLAR İSTİB'AD EDİYORLAR (UZAK GÖRÜYORLAR). Onun hakikati izah edilse, hiç istib'ad yeri kalmaz. (Onbeşinci Mektup, sf. 59)
Bir şey daha kaldı; en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. EHL-İ İLMİN BİR KISMINDA BİR ENANİYET-İ İLMİYE BULUNUR. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza (sözle karşılıklı mücadele) ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği (beğendiği) ve yüksek bulduğu hâlde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî (gizli) bir adâvet(düşmanlık) besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini (kıymetten düşürmeyi) arzu eder -tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi (kendi fikirleri) onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.
Halbuki, bilmecburiye (mecburen) bunu haber veriyorum ki: Bu durûs-u Kur'âniyenin (Kuran derslerinin) dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye (imani ilimler) cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs (noksan) bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur'ân'ın tereşşuhâtıdır (yansımalarıdır); bizler, taksimü'l-a'mâl (işlerin taksim edilmesi) kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat (hayat suyu) tereşşuhâtını (yansımalarını) muhtaç olanlara yetiştiriyoruz. (Yirmi Dokuzuncu Mektup, sf. 413)
Gayb-aşinalık dava eden Budeîler gibi ve umûr-u gaybiyeye (gaybla ilgili konulara) dair tahminlerini yakîn tahayyül eden AKIL FÜRUŞLAR GİBİ, SENİN GAYBİ HABERLERİNİ BEĞENMİYORLAR MI?(Sözler, sf. 388)
Şu üç şeyde çok hakikatlara işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder. Ve üç tabaka ehl-i hakikata misaldir.
Birincisi: Ehl-i fikir, ehl-i velayet, ehl-i nübüvvetin işaratıdır.
İkincisi: Cismanî cihazat ile kemaline sa'yedip hakikate gidenleri...
Ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimaliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri...
Ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.
Her tabakada dahi üç taife var. Temsildeki üç misal, her tabakadaki o üç taifeye, belki dokuz taifeye bakar. Yoksa üç tabakaya değil.
Üçüncüsü: ... ENANİYETİ BIRAKMAYAN VE âSâRA (kabahatlare) DALAN ve yalnız istidlaliyle (delile dayanarak sonuç çıkarmak) hakikata giden ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikatı aramaya giden ve iman ve Kur'an ile, fakr (muhtaç olduğunu bilip) ve ubudiyetle (kul olduğunu bilip) hakikata çabuk giden ayrı ayrı istidadda bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilaflarına işaret eden temsillerdir." (Sözler, Yirmidördüncü söz, sf. 336)
AKILLARI GÖZLERİNE İNMİŞ, KESRETTE (çoklukta, çeşitlilikte) BOĞULMUŞ OLANLARIN ne haddi var ki, veraset-i nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye (mukaddes ve yüce maksatlara) yetişenlere yetişebilsinler." (Sözler, Yirmidördüncü Söz, sf. 350)
(Haşiye): Evet, "Hiç mümkün müdür ki" şu cümle çok tekrar ediliyor. Çünki mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki: EKSER KÜFÜR VE DALALET (dinden sapma, ayrılma); İSTİB'ADDAN (ihtimal vermemekten) ileri gelir. YANİ AKILDAN UZAK VE MUHAL (İMKANSIZ) GÖRÜR, İNKAR EDER. İşte Haşir Söz'ünde kat'iyyen gösterilmiştir ki: Hakikî istib'ad (ihtimal vermeme), hakikî muhaliyet (imkansızlık)VE AKILDAN UZAKLIK ve hakikî suubet (güçlük, zorluk), hattâ imtina' (çekinme) derecesinde müşkilât (zorluklar), KÜFÜR YOLUNDADIR VE DALALET (DİNDEN SAPMANIN) MESLEĞİNDEDİR... ve hakikî imkân ve hakikî makuliyet, hattâ vücub derecesinde sühulet (kolaylık); iman yolundadır ve İslâmiyet caddesindedir." (Sözler, Onuncu Söz, sf. 65)
EVET, SENİN GİBİ AKLI GÖZÜNE İNMİŞ VE GÖZÜNE PERDE ÇEKİLMİŞ, ADAMLARA SÖZ ANLATMAK VE BİR ŞEY GÖSTERMEK, ELBETTE MÜŞKİLDİR. FAKAT HAK O KADAR PARLAKTIR Kİ, KÖRLER DE GÖREBİLDİĞİ İÇİN biz de deriz ki: Feza-yı ulvî, bilittifak "esîr" ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sair seyyalat-ı latife, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna delalet eder. Meyveler ağacını, çiçekler çimenlerini, sünbüller tarlalarını, balıklar denizini bilbedahe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi bizzarure menşe'lerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu, aklın gözüne sokuyorlar. Madem âlem-i ulvîde muhtelif teşkilât var. Muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor. Öyle ise o ahkâmların menşe'leri olan semavat, muhteliftir. İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi manevî vücudlar da var. Elbette insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin birer seması vardır. (Sözler, Otuzbirinci Söz, sf. 533)
"Acaba AKILLARINA GÜVENEN AKILSIZ FEYLESOFLAR GİBİ, "AKLIMIZ BİZE YETER" DEYİP SANA İTTİBADAN İSTİNKAF MI EDERLER?Halbuki akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünki bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez. (Sözler, sf. 386)
BİR âCİZ-İ MUTLAKI, BİR KADİR-İ MUTLAK ZANNEDERLER. Madem bu derece akıldan, insaniyetten sukut etmişler. Hayvandan, belki cemadattan daha aşağıdırlar. (Sözler, sf. 387)
EVET, AKILLARI GÖZLERİNE SUKUT ETMİŞ. Maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerratı, bütün düsturlarına üss-ül esas tutup, masnuat-ı İlahiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı; hikmetsiz, manasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilaf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir. (Sözler, sf. 551)
İman Zafiyetine Karşı; Mehdiyette İman Hakikatlerinin Önemi
Kuran’da, imani zaafiyet içinde olanların özellikleri
Peygamberimiz (sav) ahir zamanı haber veren hadislerinde bu devrin en önemli tehlikelerinden birinin insanların çoğunun iman etmemeleri ve iman zayıflığı olduğunu söylemiştir:
“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki dininin gereklerini yerine getirme konusunda sabırlı davranıp Müslümanca yaşayan kimse avucunda ateş tutan kimse gibi olacaktır.”(Tirmizî, Fiten,73; Ebu Davud, Melahim,17)
Peygamberimiz (sav) bu sözüyle ahir zaman fitnelerinin insanların imanda dirayet göstermelerini zorlaştıracağını, yani iman zayıflığının bu dönemin bir hastalığı olacağını söylemektedir.
Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de, Hz. Mehdi (as)’ın yapacağı 3 büyük vazifeyi anlatırken, Hz. Mehdi (as)’ın insanlığın imanının kurtulmasına vesile olacağını anlatmaktadır:
Ümmetin beklediği, AHİR ZAMANDA GELECEK ZATIN ÜÇ VAZİFESİNDEN EN MÜHİMMİ (önemlisi) VE EN BÜYÜĞÜ VE EN KIYMETDARI(değerlisi) OLAN İMAN-I TAHKİKİYİ (gerçek imanı) NEŞR (yazma ve dağıtma yoluyla yaymak) VE EHL-İ İMANI (iman edenleri)DALALETTEN (sapkınlıktan) KURTARMAK...(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9)
Hz. Mehdi (as), Bediüzzaman Hazretleri’nin bildirdiği gibi, “Kitaplar, yazılar, belgesellerle iman hakikatlerini anlatarak”, insanların samimi iman etmelerine, tahkiki olarak iman ahlakını yaşamalarına vesile olacaktır.
Ahir zamanda insanların büyük kısmının iman etmesine engel olan en temel sebep Darwinizm ve materyalizmdir. Bu sebeple hem Darwinist Materyalist ideolojilerin geçersizliğini ilmi ispatlarıyla ortaya koymak hem de iman hakikatlerini anlatmak insanların, Allah’ın izniyle, iman etmelerine vesile olacaktır.
Kuran’da da insanların çoğunun asıl manevi hastalığının iman etmemek veya zayıf imanlı olmak olduğu bildirilmektedir. Bu bölümde konuyla ilgili bazı ayetlere yer verilmiştir.
İnsanların çoğu gerçekte iman etmez
Ne zaman bir ahidde bulundularsa, içlerinden bir bölümü onu bozmadı mı? Hayır, onların çoğu iman etmezler . (Bakara Suresi, 100)
“Bizim bir kere daha (dünyaya dönüşümüz mümkün) olsaydı da iman edenlerden olabilseydik.” Gerçekten, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler . (Şuara Suresi, 102-103)
Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu iman edecek değildir. (Yusuf Suresi, 103)
... Öyleyse, bundan kuşkuda olma, çünkü o, Rabbinden olan bir haktır. Ancak insanların çoğunluğu inanmazlar.(Hud Suresi, 17)
Böylece azab onları yakaladı. Gerçekten, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. (Şuara Suresi, 158)
İmani şüphe içindedirler
İnsanlardan öyleleri vardır ki: “Biz Allah’a ve ahiret gününe iman ettik” derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller. (Bakara Suresi, 8-9)
Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, her şeyi sarıp-kuşatandır. (Fussilet Suresi, 54)
Ey iman edenler, ne oldu ki size, Allah yolunda savaşa kuşanın denildiği zaman, yer(iniz)de ağırlaşıp kaldınız? Ahiretten (cayıp) dünya hayatına mı razı oldunuz?Ama ahirettekine (göre), bu dünya hayatının yararı pek azdır. (Tevbe Suresi, 38)
Şeytanın etkisine kolayca girerler
Kim Rahman (olan Allah)ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz bir şeytana onun ‘üzerini kabukla bağlattırırız’; artık bu, onun bir yakın dostudur. Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. (Zuhruf Suresi, 36-37)
Şeytan onları sarıp-kuşatmıştır; böylelikle onlara Allah’ın zikrini unutturmuştur. İşte onlar, şeytanın fırkasıdır. (Mücadele Suresi, 19)
İmanları ve akılları zayıf olmasına rağmen bilmişlik yaparlar
...Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd etmeyi çirkin görerek: “Bu sıcakta (cehde) çıkmayın” dediler . De ki: “Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir.” Bir kavrayıp-anlasalardı... (Tevbe Suresi 81)
Kendilerine: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde: “Biz sadece ıslah edicileriz” derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler. (Bakara Suresi, 11-12)
Hani Musa kavmine: “Allah, muhakkak sizin bir sığır kesmenizi emrediyor” demişti. “Bizi alaya mı alıyorsun?”dediler. (Musa) “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım” dedi. (Bakara Suresi, 67)
Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinenler (şöyle derler:) “Biz, bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. ” Elbette Allah, kendi aralarında hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir... (Zümer Suresi, 3)
Korkaktırlar
Gerçekten sizden olduklarına dair Allah adına yemin ederler. Oysa onlar sizden değildirler. Ancak onlar ödleri kopan bir topluluktur. (Tevbe Suresi, 56)
... Onlardan bir topluluk da: “Gerçekten evlerimiz açıktır” diye Peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı. (Ahzab Suresi, 13)
Dine karşı tavırları gevşektir, şevksizdirler
Onlara sorarsan, andolsun: “Biz dalmış, oyalanıyorduk” derler. De ki: “Allah ile, O’nun ayetleriyle ve elçisiyle mi alay ediyordunuz?” Özür belirtmeyiniz. Siz, imanınızdan sonra inkâra saptınız. ...(Tevbe Suresi, 65-66)
...Onlara: “Gelin, Allah’ın yolunda cehd edin ya da savunma yapın” denildiğinde, “Biz cehd etmeyi bilseydik elbette sizi izlerdik” dediler. O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındılar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı... (Al-i İmran Suresi, 167)
Eğer (cehde) çıkmak isteselerdi, herhalde ona bir hazırlık yaparlardı. ... (Tevbe Suresi 46)
Yol, ancak o kimseler aleyhinedir ki, zengin oldukları halde senden izin isterler ve bunlar geride kalanlarla birlikte olmayı seçerler. (Tevbe Suresi 93)
Hemen ümitsizliğe kapılırlar
İnsana bir nimet verdiğimizde sırt çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman da umutsuzluğa kapılır.(İsra Suresi, 83)
Biz insanlara bir rahmet taddırdığımız zaman onunla sevinirler; kendi ellerinin takdim ettiği dolayısıyla onlara bir kötülük isabet ettiğinde hemen umutsuzluğa kapılırlar .(Rum Suresi, 36)
Hüzne yatkındırlar
İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye’se düşen bir umutsuzdur.(Fussilet Suresi, 49)
Ayetlerim size okunuyorken, yalanlayanlar sizler değil miydiniz? Dediler ki: “Rabbimiz, mutsuzluğumuz bize karşı üstün geldi, biz sapan bir topluluk imişiz.” (Müminun Suresi, 105-106)
Allah’tan ‘İçi titreyerek korkan’ öğüt alır-düşünür. ‘Mutsuz-bedbaht’ olan ondan kaçınır . (Ala Suresi, 10-11)
Haksızlığa uğradıklarını düşünmeye eğilimlidirler
Onlardan sadakalar konusunda seni yadırgayacaklar vardır. Ondan kendilerine verilirse hoşlanırlar, kendilerine verilmediği zaman bu sefer gazablanırlar. (Tevbe Suresi 58)
Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah’ın ve elçisinin kendilerine karşı haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, onlar zalim kimselerdir. (Nur Suresi, 50)
Şirk içindedirler, insanlardan çekinirler
... Oysa cehd (çaba göstermek) üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah’tan korkar gibi- hatta daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: “Rabbimiz, ne diye savaşı (cehd etmeyi) üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. ... (Nisa Suresi, 77)
Herhalde içlerinde ‘dehşet ve yılgınlık uyandırma bakımından’ siz, Allah’tan daha çetinsiniz. Bu, şüphesiz onların ‘derin bir kavrayışa sahip olmamaları’ dolayısıyla böyledir. (Haşr Suresi, 13)
Onların çoğu Allah’a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar. (Yusuf Suresi, 106)
Fitne çıkarma maksatlı konuşmalar yaparlar
Bir sûre indirildiğinde onlardan bazısı: “Bu, hanginizin imanını arttırdı?” der. Ancak iman edenlere gelince; onların imanını arttırmıştır ve onlar müjdeleşmektedirler. (Tevbe Suresi, 124)
Onlardan bir grup da hani şöyle demişti: “Ey Yesrib (Medine) halkı, artık sizin için (burada) kalacak yer yok, şu halde dönün.” Onlardan bir topluluk da: “Gerçekten evlerimiz açıktır” diye Peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı. (Ahzab Suresi, 13)
Onlardan öyleleri vardır ki, dillerini Kitab’a doğru eğip bükerler, siz onu (bu okur göründüklerini) kitaptan sanasınız diye. Oysa o kitaptan değildir.“Bu Allah Katındandır” derler. Oysa o, Allah Katından değildir. Kendileri de bildikleri halde Allah’a karşı (böyle) yalan söylerler. (Al-i İmran Suresi, 78)
Sinsice, kalplere vesvese ve şüphe düşürüp duran’ vesvesecinin şerrinden. Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine kuşku, kuruntu fısıldar); (Nas Suresi, 4-5)
İnkar edenlere güya müminlerin aleyhinde haber taşırlar
Sizinle birlikte çıksalardı, size ‘kötülük ve zarardan’ başka bir şey ilave etmez ve aranıza mutlaka fitne sokmak üzere içinizde çaba yürütürlerdi. İçinizde onlara ‘haber taşıyanlar’ vardır . Allah, zulmedenleri bilir. (Tevbe Suresi, 47)
Sözlerine sadık değildirler, vefasızdırlar
Ki Allah’ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah’ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar . ... (Bakara Suresi, 27)
Eğer onlara (şehrin her) yanından girilseydi sonra da kendilerinden fitne (karışıklık çıkarmaları) istenmiş olsaydı, hiç şüphesiz buna yanaşır ve bunda pek az (zaman) dışında (kararsız) kalmazlardı.(Ahzab Suresi, 14)
Müminlerin arasında yalan haber yaymaya çalışırlar
Doğrusu,uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır ... (Nur Suresi, 11)
Müminlerin zor duruma düşmelerini isterler
Size bir iyilik dokununca tasalanırlar, size bir kötülük isabet ettiğindeyse buna sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların ‘hileli düzenleri’ size hiçbir zarar veremez... (Al-i İmran Suresi, 120)
Sana iyilik dokunursa, bu onları fenalaştırır, bir musibet isabet edince ise: “Biz önceden tedbirimizi almıştık” derler ve sevinç içinde dönüp giderler. (Tevbe Suresi, 50)
... Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar ...(Al-i İmran Suresi, 118)
Yalan yere yemin ederler
Allah’ın kendilerine karşı gazablandığı bir kavmi veli (dost ve müttefik) edinenleri görmedin mi? Onlar, ne sizdendirler, ne onlardan. Kendileri de (açıkça gerçeği) bildikleri halde, yalan üzere yemin ediyorlar . (Mücadele Suresi, 14)
Allah'ın değil, insanların rızasını gözetirler
Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan hoşnut olsanız bile şüphesiz Allah, fasıklar topluluğundan hoşnut olmaz. (Tevbe Suresi, 96)
Sizi hoşnut kılmak için Allah’a yemin ederler; oysa mü’min iseler, hoşnut kılınmaya Allah ve elçisi daha layıktır.(Tevbe Suresi, 62)
Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler ,Allah’a ve ahiret gününe de inanmazlar... (Nisa Suresi, 38)
Onlar, insanlardan gizlerler de Allah’tan gizlemezler. Oysa O, kendileri, sözden (plan olarak) hoşnut olmayacağı şeyi ‘geceleri düzenleyip kurarlarken,’ onlarla beraberdir... (Nisa Suresi, 108)
Kuran ayetlerini tam kavrayamazlar
Bu, onların iman etmeleri sonra inkâr etmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kalplerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar kavrayamazlar. (Münafikun Suresi, 3)
Sana Kitabı indiren O’dur. O’ndan, Kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem’dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar .... (Al-i İmran Suresi, 7)
İnkarcılarla Müslümanların aleyhinde dostluklar kurarlar
İşte böyle; çünkü gerçekten onlar, Allah’ın indirdiğini çirkin karşılayanlara dediler ki: “Size bazı işlerde itaat edeceğiz.” Oysa Allah, sakladıkları şeyleri (sır olarak konuştuklarını) biliyor . (Muhammed Suresi, 26)
Onlar, mü’minleri bırakıp kafirleri dostlar (veliler) edinirler. ‘Kuvvet ve onuru (izzeti)’ onların yanında mı arıyorlar?Şüphesiz, ‘bütün kuvvet ve onur,’ Allah’ındır. (Nisa Suresi, 139)
Allah yolunda mücadele etmemek için bahaneler öne sürerler
Yol, ancak o kimseler aleyhinedir ki, zengin oldukları halde senden izin isterler ve bunlar geride kalanlarla birlikte olmayı seçerler . Allah, onların kalplerini mühürlemiştir... (Tevbe Suresi, 93)
Allah’ın elçisine muhalif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd etmeyi çirkin görerek: “Bu sıcakta çıkmayın” dediler. De ki: “Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir.” Bir kavrayıp-anlasalardı. (Tevbe Suresi, 81)
Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. “Eğer güç yetirseydik muhakkak seninle birlikte (savaşa) çıkardık.” diye sana Allah adına yemin edecekler ... (Tevbe Suresi, 42)
İbadetlerini isteksizce yaparlar
İnfak ettiklerinin kendilerinden kabulünü engelleyen şey, Allah’ı ve elçisini tanımamaları, namaza ancak isteksizce gelmeleri ve hoşlarına gitmiyorken infak etmeleridir. (Tevbe Suresi, 54)
... Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı ancak çok az anarlar.(Nisa Suresi, 142)
Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cehd etmekten (kaçınmak için) senden izin istemezler. Allah takva sahiplerini bilendir. Senden, yalnızca Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya kapılıp, kuşkularında kararsızlığa düşenler izin ister.(Tevbe Suresi 44-45)
Müslümanlara karşı düşmanca tavırlar gösterirler ve kindardırlar
... Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür . ...(Al-i İmran Suresi, 118)
Sizler, işte böylesiniz; onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitabın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında “inandık” derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar. De ki: “Kin ve öfkenizle ölün.” Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Al-i İmran Suresi, 119)
Peygambere itaat etmek ağırlarına gider
Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resulüne çağrıldıkları zaman, onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hak lehlerinde ise, ona boyun eğerek gelirler. Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah’ın ve elçisinin kendilerine karşı haksızlık yapacağından mı korkuyorlar?... (Nur Suresi, 48-50)
Sonra birbiri peşi sıra elçilerimizi gönderdik; her ümmete kendi elçisi geldiğinde, onu yalanladılar .... (Mü’minun Suresi, 44)
Alaycıdırlar
Ayetlerimiz konusunda ‘alaylı tartışmalara dalanlar:’ -onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda hatırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma. (Enam Suresi, 68)
Onlara sorarsan, andolsun: “Biz dalmış, oyalanıyorduk” derler. De ki: “Allah ile, O’nun ayetleriyle ve elçisiyle mi alay ediyordunuz? ” (Tevbe Suresi, 65)
Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin) , belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi ‘olmadık-kötü lakablarla’ çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir. (Hucurat Suresi, 11)
Gıybet yaparlar
Arkadan çekiştirip duran , kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline;(Hümeze Suresi, 1)
Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir. (Hucurat Suresi, 12)
Kıskançtırlar
... Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki “kıskançlık ve hakka başkaldırma ”(bağy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesabı pek çabuk görendir. (Al-i İmran Suresi, 19)
Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları’ yüzünden anlaşmazlığa düşenler , o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir... (Bakara Suresi, 213)
Yaptıkları iyilikleri dile getirerek rahatsızlık verirler
Ey iman edenler Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler... (Bakara Suresi, 264)
Şımarıktırlar
Bir de yurtlarından refahtan şımarıp-azıtarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve (halkı) Allah’ın yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatandır. (Enfal Suresi, 47)
Ve andolsun, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet taddırsak, kuşkusuz; “Kötülükler benden gidiverdi” der. <Çünkü o, şımarıktır, böbürlenendir . (Hud Suresi, 10)
İşte bu, sizin yeryüzünde haksız yere şımarıp-azmanız ve azgınca ölçüyü taşırmanız dolayısıyladır. (Mümin Suresi, 75)
Tartışmacıdılar
De ki: “O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz iken, bizimle Allah hakkında (sözde kanıtlarla) tartışmalara mı giriyorsunuz ?Bizim amellerimiz bizim, sizin de amelleriniz sizindir. Biz, O’na gönülden bağlanmış (muhlis) olanlarız.” (Bakara Suresi, 139)
Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrahim’le tartışmaya gireni görmedin mi?... (Bakara Suresi, 258)
Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle ‘çekişip-tartışmalara girişirlerse’ de ki: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah’ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım.” (Al-i İmran Suresi, 61)
İşte sizler böylesiniz; (diyelim ki) hakkında bilginiz olan şeyde tartıştınız, ama hiç bilginiz olmayan bir konuda ne diye tartışıp-duruyorsunuz? Oysa Allah bilir, sizler bilmezsiniz.(Al-i İmran Suresi, 66)
Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, hangi ‘apaçık-belgeyi’ görseler, yine ona inanmazlar.Öyle ki, o inkar etmekte olanlar, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: “Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” derler. (Enam Suresi, 25)
İnsanlardan kimi, hiç bir bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışır-durur. (Hac Suresi, 8)
İslam Ahlakının Dünya Hakimiyetine İşaret Eden Bazı Kuran Ayetleri
"Allah içinizden iman edenlere ve salih amelde bulunanlara vaad etmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir..." (Nur Suresi, 55)
Andolsun, Biz Zikir'den sonra Zebur'da da: "Şüphesiz Arz'a salih kullarım varisçi olacaktır" diye yazdık. (Enbiya Suresi, 105)
Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman, Ve insanların Allah'ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde , Hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir. (Nasr Suresi, 1-3)
"Ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var: Allah'tan 'yardım ve zafer (nusret)' ve yakın bir fetih. Mü'minleri müjdele". (Saff Suresi, 13)
"Andolsun, gönderilen kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir: Gerçekten onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklardır. Ve hiç şüphesiz; bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır." (Saffat Suresi, 171-173)
"Allah, yazmıştır: "Andolsun, ben galip geleceğim ve elçilerim de. " Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır." (Mücadele Suresi, 21)
"Allah'ı, sakın elçilerine verdiği sözden dönen sanma. Gerçekten Allah azizdir, intikam sahibidir." (İbrahim Suresi, 47)
"Elçilerini hidayet ve hak din üzere gönderen O'dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam'ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile." (Saff Suresi, 9)
"Ki O, elçilerini hidayetle ve hak din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şahid olarak Allah yeter." (Fetih Suresi, 28)
"Müşrikler istemese de O dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur." (Tevbe Suresi, 33)
"Ve onlardan sonra sizi o arza mutlaka yerleştireceğiz . İşte bu, makamımdan korkana ve tehdidimden korkana ait (bir ayrıcalıktır). Fetih istediler, (sonunda) her zorba inatçı bozguna uğrayıp -yok oldu- gitti." (İbrahim Suresi, 14-15)
"Şüphesiz, Biz sana apaçık bir fetih verdik . Öyle ki Allah, senin geçmiş ve gelecek (her) günahını bağışlasın, üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola yöneltsin. Ve Allah, sana 'üstün ve onurlu' bir zaferle yardım etsin." (Fetih Suresi, 1-3)
"... Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi, böylece bundan önce size yakın bir fetih (nasib) kıldı ." (Fetih Suresi, 27)
"... Bu yurdun sonu kimindir, inkar edenler pek yakında bileceklerdir." (Rad Suresi, 42)
"Ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve Allah'ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir." (Şuara Suresi, 227)
"Sonra biz, elçilerimizi ve iman edenleri böyle kurtarırız; mü'minleri kurtarmamız bizim üzerimize bir haktır ." (Yunus Suresi, 103)
"... Onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık ." (Yunus Suresi, 13-14)
"Kendisine bereketler kıldığımız yerin doğusuna da, batısına da o hor kılınıp-zayıf bırakılanları (müstaz'afları) mirasçılar kıldık... " (Araf Suresi, 137)
"Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. " (Tevbe suresi, 32)
"Onlar, Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kendi nurunu tamamlayıcıdır ; kafirler hoş görmese bile." (Saff Suresi, 8)
"Ve sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve daha ayak basmadığınız bir yere mirasçı kıldı. Allah, her şeye güç yetirendir." (Ahzab Suresi, 27)
"De ki: "Herkes gözetlemektedir; siz de gözleyip durun. Sonunda, dümdüz (dosdoğru) yolun sahipleri kimlermiş ve doğru yola ulaşan kimlermiş, pek yakında öğreneceksiniz." (Taha Suresi, 135)
"Allah, takva sahiplerini (inanarak ve inançlarını uygulayarak) zafere ulaşmaları dolayısıyla kurtarır. Onlara kötülük dokunmaz ve onlar hüzne kapılmayacaklardır. " (Zümer Suresi, 61)
"Hayır, biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir.(Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size." (Enbiya Suresi, 18)
"Allah, suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı (hak olarak) kendi kelimeleriyle gerçekleştirecektir ." (Yunus Suresi, 82)
"Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak , dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma'rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir." (Hac Suresi, 41)
"Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz. " (Ali İmran Suresi, 139)
Evrim Yanılgısı
Darwinizm, yani evrim teorisi, Yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok mucizevi bir düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle ve evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını ortaya koyan 300 milyona yakın fosilin bulunmasıyla çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji, biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm'in geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini Yaratılış gerçeğiyle açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin çöküşünü ve yaratılışın delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardır.
Darwin'i Yıkan Zorluklar
Charles Darwin
Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar uzanan pagan bir öğreti olmakla birlikte, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah'ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine kendince karşı çıkıyordu. Darwin'in yanılgılarına göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki "Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak: Hayatın Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, Yaratılış'ı cahilce reddettiği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.
"Hayat Hayattan Gelir"
Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı. Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu. Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür."1
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, salyangozlar, trilobitler, süngerler, solucanlar, deniz anaları, deniz yıldızları, yüzücü kabuklular, deniz zambakları gibi kompleks omurgasız türlerine aittir. İlginç olan, birbirinden çok farklı olan bu türlerin hepsinin bir anda ortaya çıkmalarıdır. Bu yüzden jeolojik literatürde bu mucizevi olay, "Kambriyen Patlaması" olarak anılır.
|
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
Rus biyolog Alexander Oparin
20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: "Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır." 2
Oparin'in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi.
O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. 3
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. 4
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? 5
Hayatın Kompleks Yapısı
İnsan DNA'sı kağıda döküldüğünde, ortaya yaklaşık 900 ciltlik bir ansiklopedi çıkacağı hesaplanmaktadır. Böylesine olağanüstü bir bilgi, tesadüf kavramını kesin biçimde geçersiz kılmaktadır.
Evrim teorisinin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan canlı yapıların bile olağanüstü derecede kompleks yapılara sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha komplekstir. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel yapı taşı olan proteinlerin rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali; 500 aminoasitlik ortalama bir protein için, 10950'de 1'dir. Ancak matematikte 1050'de 1'den küçük olasılıklar pratik olarak "imkansız" sayılır. Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel,Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. 6
Kuşkusuz eğer hayatın kör tesadüfler neticesinde kendi kendine ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı Yaratılış'ı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali Mekanizmaları
Darwin'in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Doğal seleksiyona göre, güçlü olan ve yaşadığı çevreye uyum sağlayabilen canlılar hayatta kalır, diğerleri ise yok olurlar. Evrimciler ise doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğini, yeni türler meydana getirdiğini öne sürerler. Oysa doğal seleksiyonun böyle bir sonucu yoktur ve bu iddiayı doğrulayan tek bir delil dahi bulunmamaktadır.
Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez. Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" demek zorunda kalmıştı. 7
Lamarck'ın Etkisi
Peki bu "faydalı değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti. 8
Ama Mendel'in keşfettiği ve 20. yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına" ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar
Rastgele mutasyonlar insanlara ve diğer tüm canlılara her zaman zarar verirler. Evrimciler yıllardır sinekler üzerinde mutasyon denemeleri yaparak, faydalı mutasyon örneği oluşturmaya çalışmışlardır. Ancak bu çabalarının sonucu sadece sakat ve hastalıklı sinekler olmuştur.
Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik Teori"yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala bilimsel olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin savunduğu model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının "mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi bir tesadüfi etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. 9
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin "evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma "evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.
Evrim teorisinin bilim dışı iddiasına göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu hayali varlıklara "ara-geçiş formu" adını verirler.
Bitkilerin evrimi iddiasını doğrulayan tek bir fosil örneği dahi yokken, evrim geçirmediklerini ispatlayan yüz binlerce fosil vardır. Bu fosillerden biri de resimde görülen 54 – 37 milyon yıllık ginkgo yaprağı fosilidir. Milyonlarca yıldır değişmeyen ginkgolar, evrimin büyük bir aldatmaca olduğunu göstermektedir.
|
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu garip canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir. 10
Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. 11
Darwin'in Yıkılan Umutları
Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir. Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. 12
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir. 13
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani "türlerin kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.
İnsanın Evrimi Masalı
Evrimciler, fosiller üzerinde genelde ideolojik beklentileri doğrultusunda şekillendirdikleri yorumlar yaparlar. Bu nedenle vardıkları sonuçlar güvenilir değildir.
Evrim teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, insanın sözde maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, insan ile hayali ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1) Australopithecus
2) Homo habilis
3) Homo erectus
4) Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. 14
Evrimciler insan evriminin bir sonraki safhasını da, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder. 15
Evrim yanlısı gazete ve dergilerde çıkan haberlerde yukarıdakine benzer hayali "ilkel" insanların resimleri sıklıkla kullanılır. Bu hayali resimlere dayanarak oluşturulan haberlerdeki tek kaynak, yazan kişilerin hayal gücüdür. Ancak evrim bilim karşısında o kadar çok yenilgi almıştır ki artık bilimsel dergilerde evrimle ilgili haberlere daha az rastlanır olmuştur.
Evrimciler "Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un dünyanın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. 16
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (insan) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır. 17
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler.18
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan" canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en "bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de "insanın evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür. 19
İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin Formülü!
Şimdiye kadar ele aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu akıl dışı iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı meydana getirmişlerdir. şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına "Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar amino asit, istedikleri kadar da (bir tekinin bile rastlantısal oluşma ihtimali 10-950 olan) protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene sürekli varillerin başında beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler. Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri oluşturamazlar. Madde, ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur.
Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki Teknoloji
Evrim teorisinin kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir. Gözle ilgili konuya geçmeden önce "Nasıl görürüz?" sorusuna kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Gözü ve kulağı, kamera ve ses kayıt cihazları ile kıyasladığımızda bu organlarımızın söz konusu teknoloji ürünlerinden çok daha kompleks, çok daha başarılı, çok daha kusursuz yapılara sahip olduklarını görürüz.
Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. şu anda gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe ulaşmak için çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.
Bütün hayatımızı beynimizin içinde yaşarız. Gördüğümüz insanlar, bindiğimiz araba, içinde çalıştığımız iş yeri, çevremizdeki herşey beynimizde oluşur. Gerçekte ise beynimizde, ne renkler, ne sesler, ne de görüntüler vardır. Beyinde bulunabilecek tek şey elektrik sinyalleridir.
İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir. Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir. Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı olamamıştır. Ancak görme ve işitme olayında, tüm bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir?
Beynin içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması gerekir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim adamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan 'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. 20
Bu sözler, Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı var ettiğine inanır. Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah'ın apaçık olan varlığını kabul etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya devam etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği görürler: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya Tarihinin En Etkili Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu, molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin, Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları, pofesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için "dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki bir perde çekip çok açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç veya iddia daha yoktur.
Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim'in kavminin elleri ile yaptıkları putlara, Hz. Musa'nın kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu durum, Allah'ın Kuran'da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı insanların anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma düşeceklerini birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azab onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
… Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah, Hicr Suresi’nde ise bu insanların mucizeler görseler bile inanmayacak kadar büyülendiklerini şöyle bildirmektedir:
Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka: "Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden bu kadar uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip; olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana getirdiğine inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur.
Nitekim, Allah Kuran'da, inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları büyülerle insanları etkilediklerini Hz. Musa ve Firavun arasında geçen bir olayla bizlere bildirmektedir. Hz. Musa, Firavun'a hak dini anlattığında, Firavun Hz. Musa'ya, kendi "bilgin büyücüleri" ile insanların toplandığı bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa, büyücülerle karşılaştığında, büyücülere önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder. Bu olayın anlatıldığı bir ayet şöyledir:
(Musa:) "Siz atın" dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)
Geçmiş zamanlarda timsaha tapan insanların inanışları ne derece garip ve akıl almazsa günümüzde Darwinistlerin inanışları da aynı derecede akıl almazdır. Darwinistler tesadüfleri ve cansız şuursuz atomları yaratıcı güç olarak kabul ederler hatta bu inanca bir dine bağlanır gibi bağlanırlar.
Görüldüğü gibi Firavun'un büyücüleri yaptıkları "aldatmacalar"la -Hz. Musa ve ona inananlar dışında- insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların attıklarına karşılık Hz. Musa'nın ortaya koyduğu delil, onların bu büyüsünü, ayette bildirildiği gibi "uydurduklarını yutmuş" yani etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa'ya: "Asanı fırlatıver" diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde de bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı altında son derece saçma iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer bu iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa çıktığında ve "büyü bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir. Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan, ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır. 21
Bu gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar "tesadüfler"in ilah olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Evrim aldatmacasının sırrını öğrenen birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla düşünmektedir.
"Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Bakara Suresi, 32)
|
|
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder